Abdurrahim Zararsız’ın Bir Zamanlar Bozkırda serisinin ikinci kitabı olan 2024 yılında yayımlanan eseri “Ateşin Düştüğü Yer”, doğduğu, büyüdüğü ve her manada beslendiği Anadolu’nun ortasındaki bir coğrafya ve o coğrafyanın birbirinden ağır, sayısız zorluklarıyla sınanmış insanlarının hayatlarına bir mercek tutarak kimsenin ilgisini çekmeyen bu insanların aslında sıradan olmayan hayatlarını dile getiriyor.
Serinin ilk kitabı olan “Sudan Sebepler”in devamı niteliğinde olan “Ateşin Düştüğü Yer”, sekiz hikâyeden oluşuyor. Sudan Sebepler’de bir otobüs yolculuğunda kaderin bir cilvesi ile tanışan Süleyman ve Alper Bey’in sohbetleri bu yolculukla sınırlı kalmıyor. Zira kitabın asıl hikâyesi, geçmişte birbirinden ayrılmak durumunda kalan iki kardeşin torunlarının birbirlerini tanımadıkları halde bu tevafuki yolculukla buluşmasını ve sonrasını anlatıyor.
Zamanında payitahttan çıkıp Bozok Sancağına yerleşen Sipahi Mehmet’in torunları ile Karesi Sancağına yerleşen Ali Ağa’nın torunları olan Alper Bey ile Süleyman’ın bu yolculuk vesilesi ile tanışması ve yolculuk esnasında yaptıkları sohbet neticesinde Alper Bey’in güzergahını değiştirip Yozgat’a gelmesi, Süleyman’ın Sipahioğlu olan soyadından yola çıkarak anlattığı hikayeler ile Alper Bey’in dedesinden kalan defterdeki yazılanlar birbiriyle örtüşünce birçok muamma çözülüyor. Örneğin köyde kimsenin adının nerden geldiğini bilemediği Emin’in Ceviz bile sır olmaktan çıkıyor. Böylece açılan eski defterler ve eski hikayeler adeta bir sinema şeridi gibi hafızalarda canlanıveriyor.
Anlatılan hikayeler bir hatırlatma babından geçmişten günümüze doğru gelirken kronolojik bir sırayı da gözetiyor. Hikayelerin yaşandığı esas mekân Bağyayla köyü… Özellikle Birinci Dünya Savaşı ile akabinde başlayan Kurtuluş Savaşı dönemleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan olaylar anlatılırken bölge insanının çektiği sıkıntılara, acılara ve hayata tutunmak adına verdikleri mücadelelere de şahitlik ediyoruz. Hatta bir ceviz ağacının dilinden okuyoruz yaşananları.
“Hele bir de bu necip milletin üzerine yağan ateşler vardı ki Balkanlara, Hicaza, Yemen’e, Kafkaslara, Çanakkale’ye, Payitaht’a ve Anadolu’nun dört bir yanına… Onların yanında, yıldırım çarpıp alev aldığımda hissettiğim acıların esamesi bile okunmaz. O cephelere gidip dönemeyen kaç şehit için dövünüldü bu ocakta. Toprağa düşen her damla kan ve gözyaşı köklerimi, ağıtlar ve feryatlar dallarımı titretti.” (s.20)
Düşünün köyde bir tellal bağırıyor.
“1315’liler askerlik şubesine!”
Hani meşhur türkü var ya “hey onbeşli onbeşli” diye. Aslında bu on beş yaşındakileri değil Rumi 1315 doğumluların askere alınmasını anlatır.
“Bağyayla Köyü’nün sokaklarında, tellalın bu nidası yankılanırken, 1914 yılının sonbaharıydı. Köyden, yayan yapıldak yola düşen on beşliler, on beş kişiydiler. Her celpte, aşağı yukarı bir bu kadarı gidiyor ancak ikisi, üçü dönebiliyordu.” (s.25)
Gidenin geri dönemediği dönse bile çoğunu yarım olduğu bir dönüş her hâlükârda bacası sönmeye yüz tutmuş ocaklardan ziyade yüreklere köz düşürdüğü yılların hikayelerini okuyoruz kitapta.
“Onlarca cepheye yüz binlerce ateş düşüyordu. Balkan devletçikleri, İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus, Yunan ve üç-beş İngiliz altınına tamah eden bedevi aşiretler…” (s.26)
Yazar, 40’lı yıllarda daha bariz olarak yaşanan ve jakoben bir tarzda zorlanan dönemin sosyal değişimlerini de eleştirel bir bakışla hikâye etmiş. Halkta pek de olumlu bir karşılığı olmayan bu zoraki değişimin icrasına soyunan Köy Enstitüsü mezunu öğretmenler de bu eleştirilerden nasibini almış.
“Civar köylerdeki öğretmenler, bırakın okuma yazmayı, bağ bahçe işlerinden tutun da evlerini, damlarını nasıl yapacaklarına kadar, köylüye temel bilgiler verirken, bizimkinin derdi bildiklerini de unutturmak…”
Anadolu irfanı ile okuryazar kısmının boy ölçüşmesi de zaman zaman kitaba konu edilmiş.
“Hayatta sahip olduğumuz bazı şeyler var ki; bunlardan bazısı gözle görülür, elle tutulur, bazısı da histir, duygudur, sözdür. İşte bu şeylerin kendi mahiyetlerinden çok kimin elinde oldukları daha ehemmiyetlidir. Mesela, ateşi söndüren su ile bir canlı yakılabilir. Yahut bir orman gürül gürül yanarken karşı ateş ile alevler durdurulabilir. Öyle değil mi muallim?”
Zararsız’ın sade ama etkileyici dili, okurları hikâyenin içine çekerken, sürpriz dalgalanmalarla duygusal bir yolculuğa da çıkarıyor. Eski tabirler, malzeme isimleri, deyimler kitabın adeta bir zaman tüneli haline getirmiş. Okuru yormamak adına kitaba konulan dip notlar da açıklayıcı bir kolaylık sağlamış.
Yazar tarihe bir not düşerek, geçmişten günümüze hatta günümüzden de geleceğe bir köprü kurmak, bütün bir Orta Anadolu kültürünü, yaşanmışlığını, bölgenin gelenek ve göreneklerini doğruları ve yanlışları ile olabildiğince gelecek nesillere aktarmayı amaçlıyor. Bunlar arasında iyi ve güzel olan hatıraları hatırlatmak ve yaşatmak, olumsuz örnek teşkil edecek olanları da ya düzeltmek ya da bu gibi olayların bir daha yaşanmaması için ibretamiz ve terk edilmesi gereken olaylar olarak hafızalara nakşetmek de yazarın amaçları arasında...
Kitabın sonunda, serinin devam edeceğine dair bir not bulunuyor. Yazar, “Bir Zamanlar Bozkırda” serisinin, su ve ateşten sonra hava ile devam edeceğini ve toprakla son bulacağını belirtiyor.