Atıf Bedir’in son kitabı Rüzgârla Yarışmak, Emin isimli kahramanının hayatını anlattığı biyografik bir eser. Kitap o kadar ilgi çekici ki, elinize aldığınızda bitirmeden bırakamıyorsunuz. Kitabın 72 sayfalık hacmi de buna müsait… Ama bir 72 sayfa daha olsaydı, aynı iştiyakla okurdum diyebilirim.

Atıf Bedir, kahramanının çocukluğunun geçtiği Maraş sokaklarını öyle bir anlatmış ki, ben de bir anda kendimi gezdiğim, dolaştığım Maraş sokaklarında buldum. Sokaklarda esen rüzgârların dahi tasvirleri, en ince ayrıntısına kadar öylesine canlı bir şekilde verilmiş ki, sanki kelimelerle o sokakların fotoğrafı çekilmiş. Şehrin caddelerinde biraz yürüyünce, sırtında şerbet güğümü, önünde sıra sıra bardaklarıyla “ballı mayam” diye bağıran bir şerbetçiyle bile burun buruna geldim. Atıf Bedir’in dediği gibi, şerbetçiyi boş geçmek olmazdı.

Hayalimde canlanan, başı fesli, sırtı cepkenli, ayağı şalvarlı bu adama kitapta anlatılan Emin isimli çocuğun evini sordum. Şerbetçinin gösterdiği sokağa girdiğimde vakit ikindi vaktiydi. Emin ve arkadaşları evlerinin bulunduğu sokakta oyun oynarken, ezanla birlikte oyunlarına ara verip kaleye doğru koşmaya başladılar. Artık ben de hikâyenin içindeydim ve sayfaları çevirdikçe Emin’in yaşadıklarına şahitlik edecektim.

Önce Emin’in ağabeyi Sait, düğününe birkaç gün kala ansızın hastalanıp ölüverdi. Evde büyük bir matem vardı; ancak bu matem, okunan Kur’an-ı Kerim ayetleri ve edilen duaların manevi havasında eriyip gidecekti. Zira ölüm, hayatın en büyük gerçeğiydi ve her nefis elbette ölümü tadacaktı.

Emin, evin tek çocuğu durumuna düşmüştü. Okul çağına gelmesine rağmen okula verilmemiş, Ahmet isimli bir öğretmen tarafından evde eğitilmeye başlanmıştı. Emin’in okula gönderilmemesinin asıl nedeni, o yıllarda yaşanan köklerimize yabancılaşma modasıydı. Bu yüzden evin mütedeyyin insanları iyice evlerine kapanmıştı. Yaşananlar, Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam romanında anlatılan hadiselerin neredeyse aynısıydı.

Üç yıl sonra Emin okula gönderildi. Onun akranlarından hiç de geri olmadığını fark eden öğretmenler, onu imtihan ederek üç sınıf birden atlattılar. İlkokul bitince ortaokula verilmedi. Emin de Kapalıçarşı’daki dükkânlarına gidip gelmeye başladı. Bakkal Hamdi Efendi ona kitaplar verir, Emin de büyük bir iştiyakla bu kitapları okurdu. Dayısı Cemil Efendi’nin ısrarlarıyla Emin, üç yıl gecikmeli de olsa ortaokula başladı.

Bu defa da annesi hastalandı. Maraş’taki tedavilerden sonuç alınamayınca doktorlar onu İstanbul’a sevk etti. Emin, babasıyla birlikte İstanbul’a geldi. Annesini hastaneye yatırdılar. Tedavi uzun süreceği için Maraş’a dönmeleri gerekiyordu. Ancak tren Haydarpaşa Garı’ndan kalkmadan anne Hatice Hanım vefat etti. Artık Emin için özlem dolu günler başlamıştı. Özlemini gidermek için sık sık annesine mektuplar yazdı ve günlük tuttu. Yeni kitaplar ve edebiyat dergileriyle tanıştı. Saim Efendi’nin sahibi olduğu Hizmet Gazetesinde ilk şiirleri yayınlandı ve sonrasında gazetenin kültür sanat sayfasını yönetti.

Emin artık edebiyatın gizemli dünyasına dalmıştı. Lise yılları ve okul dergisi Hamle onun için yeni deneyimler sunuyordu. Lise son sınıfta derginin sorumluluğunu üstlendi. Dergi sayesinde hem Maraş’ta hem de Maraş dışında bir çevre edindi. Nihayet üniversite tahsili için İstanbul’a gitti. Hamle dergisi, kendisinden sonra gelen ve arkadaşı Erdem’in etrafında toplanan gençlere kalmıştı.

Bir gün Emin Maraş’a geldi. Hamle ekibi bunu duyunca onunla tanışmak için sabırsızlandı. Nihayet Emin ile bu yeni ekip tanıştı. Yeni Hamle ekibinde Erdem, Rasim, Alaeddin, Cahit ve Akif gibi geleceğin “Yedi Güzel Adam”ı olarak anılacak isimler vardı. Bu dostluk ilerleyen yıllarda da devam edecekti.

İşte Emin Ziyaioğlu’nun hikâyesi böyleydi. Emin Ziyaioğlu kim mi? Ebubekir Sonumut desem? Ya da Hamid Sıla? Tanımadınız mı, Hasan Tarık, Murtaza Tunçgök, Rıza Gönder veya Yahya Hurşit desem? Neyse, bu müstear isimler bir yana, M. Nuri Pakdil deyince tanırsınız eminim.

Öncülerin hayat hikâyeleri tıpkı bir efsane gibidir. “Efsane” tanımına baktığımızda “gerçek veya hayalî, muayyen bir şahıs, hadise veya yer hakkında, gerçek olduğuna inanılarak anlatılan hikâye” şeklindedir. Bizim efsanelerimiz hayalî değildir; gerçekten yaşamışlardır. Fakat onların yaşadığı hayat, sıradan insanların yaşayacağı, kaldırabileceği, tahammül edebileceği bir hayat değildir. Hüznün en hazini, dramın en ciğer yakanı, kavganın en şümullüsü, mücadelenin en girifti ve sabrın en zirvesidir onların hayatı. Zaten böyle olmasa öncü olamazlardı, değil mi?

Biyografik ve otobiyografik eserler de belki bu yüzden çok okunmaktadır.

Kitabın Genç Hece Yayınları arasından çıkması da manidar. Zira gençlere yönelik hazırlanan bu seride böyle bir kitabın yer alması elbette tesadüfî değildir. Gençlere rol model olacak öncülerin hayatlarının anlatılması, onlara bu insanların tanıtılması gerçekten takdire şayan.

Bu kitabı okurken merhum Nuri Pakdil gözümde canlanıverdi. Onu ömrünün son yıllarında Çorum’da bir programda dinlemiştim. Müthiş bir kar yağıyordu ve Üstad, o havada ve o yaşında programını tehir etmemişti. Fotoğraflarındaki ciddi ve sert görüntüsüne rağmen, sürekli mütebessim bir çehreyle hafızama kazınmıştı.

Asıl adı Abdurrahman Başpınar olan ve kendisine Nuri Pakdil tarafından “Atıf Bedir” ismi verilen yazarı, bu güzel eser için tebrik ediyorum.