Zihninin içinde, her an açık olan gürültülü bir pazar yeri hayal et. Orada her tezgâhtan bir ses yükselir: Korkuların fısıltısı, anlık arzuların çığlığı, el âlemin beklentileri, geçmişin pişmanlıkları... İtiraf edeyim, o pazar yerinde yıllarca kayboldum. Her yol ayrımında, en çok bağıran sese kulak verip, defalarca aynı çıkmaz sokaklarda buldum kendimi. Çünkü insan, en çok yanlış kararı, doğru kararın ne olduğunu bilmediğinden değil, o kararı verecek sükûnete ve cesarete sahip olmadığından alır.

Sıradan bir günün, bu pazar yerinde tam 35,000 küçük tereddütle geçtiği söylenir. Oysa hayatın yönünü gerçekten tayin edenler, o gürültüden çıkmayı bir şekilde başaranlardır. Onlar, kararlarını zihinlerinin sessiz atölyesinde, yılda belki on beş defa, ama her seferinde bütün bir ömrü hesaba katarak alırlar. Aradaki fark, bir sayı farkı değil, bir varoluş mimarisi farkıdır.

Onların doğuştan gelen bir kehanet yeteneği yok. Sadece, benim gibi nicelerinin, o pazar yerinde kaybolduktan sonra, hatalarının enkazından topladıkları parçalarla inşa ettikleri bir Kader Avadanlığı var. Bu avadanlıktaki her alet, mükemmel olmak için değil, o kaçınılmaz kusurlarımızla daha bilgece yaşayabilmek içindir.

Avadanlıktan ele gelen ilk alet, Yakut Saplı Makas'tır. Bu paha biçilmez makas, üzerine geri dönülemezliğin kan kırmızısı damgası vurulmuş hayati kararları, gündelik hayatın önemsiz ve geri dönülebilir endişelerinden tek bir kesikle ayırır. Bir şehirden göçmek gibi ömürlük mürekkeple atılmış imzaları, kurşun kalemle çizilmiş ve kolayca silinebilecek bir eskizden ayırır. Bu makas, insana nerede kanamayı göze alacağını, nerede küçük bir sıyrıkla yetineceğini öğretir.

İkinci alet, pirinçten mamul, serin bir Zaman Pergelidir. Pergelin sabit ayağını bugünün korkularına koyar, diğer ayağını ise ustalıkla açarak alacağın karara üç farklı mesafeden bakarsın: On ay sonra, on yıl sonra ve en sonunda seksen yaşında... O yaşlı gözlerin aradığı, kazanılmış zaferlerden çok, denenmekten korkulmamış maceraların derin huzurudur.

Sonra eline ağır ve tok bir Ufuk Çekicini alırsın. Bu çekiç, küçük ve hesaplanmış bir riskle, önündeki sıradan duvarı yıkıp sana devasa bir ufuk açma potansiyeli taşıyan cüretkâr kararlar içindir. Duvarı yıkmanın bir bedeli vardır, evet; ama duvarın ardında bütün bir okyanusun uzanıyor olma ihtimali, o küçük bedele değmez mi?

Ve belki de en bilgesi, yıldızlara değil de onların yokluğuna bakarak yol bulan gölge usturlabıdır. Bu gizemli alet, başarıya giden yolu çizmek yerine, felakete götüren yolları, yani o karanlık ve gölgeli vadileri haritalandırır. “Nasıl kazanırım?” diye sormak yerine, “İnsanlar genellikle nasıl kaybeder?” sorusunu sorarak, başkalarının enkazlarından kendine sağlam bir kale inşa eder.

Bu aletleri kullanmak, insanı hatasız yapmaz. Sadece, hatalarını birer tuğlaya dönüştürme sanatı öğretir. Sonuç, rüzgârda savrulan bir yaprak olmaktan çıkıp, kendi heykelini yontan bir sanatçıya dönüşmektir. Sonuç, krizler karşısında tuzla buz olmak yerine daha da güçlenen, tutarlı, anlamlı ve bütünlüklü bir hayat inşa etmektir.

İzninizle, geleceğe dair naçizane bir öngörüyü de buraya kaydedelim: Yapay zekânın hayatımızın her anını şekillendirdiği yakın bir gelecekte insanlık, karar verme konusunda ikiye ayrılacak. Ya zihin atölyesinin kapısına kilit vurup, kararlarının kumandasını farkında bile olmadan dışarıdaki algoritmaların görünmez ellerine teslim eden edilgen bir çoğunluk olacak. Ya da bu avadanlığı kullanma sanatında ustalaşıp, benzeri görülmemiş bir özerklik ve irade gücüyle kendi kaderlerinin mimarı olan küçük bir azınlık olacak. Birincisi konforlu bir kölelik, ikincisi ise meşakkatli bir özgürlüktür.

İşte bu avadanlık, dağınık ritimleri, hassas notaları bir araya getirmekten daha derin bir iş görür: O, hayat denilen büyük ve boş sayfanın altına atılacak imzanın hangi kalemle ve hangi mürekkeple atılacağını tayin eder.

Zira her insan, ömrünün son satırına geldiğinde ardında bir iz bırakır. Kimi, pazar yerinin gürültüsüyle silinip giden, başkalarının rüzgârıyla savrulmuş, solgun bir paraf atar.

Kimiyse, her harfi kendi iradesiyle dövülmüş, zamanın dahi silemeyeceği kadar derin, şahsiyetinin bütün ağırlığını taşıyan ve kâinatın hafızasına kazınmış bir imza bırakır.

Mesele, hangi eserin ortaya çıkacağı değil.

Mesele, o imzanın kime ait olacağıdır.