Sarhoşluğun en tehlikelisi, neyle kendinizden geçtiğinizi bilmediğinizdir. Çağımız, bizi kendi imkânlarıyla sersemleten, yokluktan değil varlıktan damıtılmış bir iksir sunuyor. Bu, adeta bir bolluk sarhoşluğu halidir; öyle bir baş dönmesidir ki, atalarımızın kıtlıkta öğrendiği bütün o erdemleri –sabır, kanaat, idareli olmak– bir anda anlamsızlaştırır. Ezberlenmiş tüm metinleri elimden alır ve bizi en çıplak, en zorlu soruyla yapayalnız bırakır: Her şeyin mümkün olduğu bir hayatta, insan ne için yaşar?

Dünyanın en uzun süre hüküm süren kralı XIV. Louis, çağının en kudretli hükümdarıydı; daha fazla toprağı, daha fazla ipeği, daha fazla gücü vardı. Fakat o bile ocak ayında bir mango tadamadı, bir günde okyanusları aşamadı, derdine derman olacak bir ilacı anında bulamadı ve Bach'ın eserlerini canı istediği anda dinleyemedi. Bugünün sıradan insanları, dünün krallarının hayal bile edemeyeceği bir imkânlar denizinde yüzüyor. İçinde yaşadığımız çağın en büyük skandalı da budur: bir nimet seli içinde boğuluyoruz ama ruhumuz bir damla suya hasret. Bizler, varoluşsal bir obezitenin pençesindeyiz. Nasıl beden fazla besinden çürürse, ruh da ölçüsüz imkânla hantallaşır.

Bir yanda metabolik hastalıklarla çürüyen bedenler, hemen yanı başında ise açlığın kemirdiği coğrafyalar... Dünya, üzerindeki her karnı doyuracak kadar gıdayı mebzul miktarda üretirken, onu adil dağıtmamayı seçiyor. Bu, ekonomik bir başarısızlık değil, ahlaki bir tefessühtür. İskenderiye Kütüphanesi bir kez yandı ve ilmin okyanusu sonsuza dek bir seraba dönüştü. Şimdiyse elindeki telefonla bir Anadolu kasabasındaki genç, bütün bir Aydınlanma Çağı’nın aydınlarından daha fazla bilgiye sahiptir. Peki, bu sonsuz kütüphaneyle ne yapıyor? İnsanlık mirasını bir tık uzağımıza getirdik ve onu ruhumuzu uyuşturan bir oyuncağa çevirdik.

Bu tükenmeyen imkânlar çağı, bizi dehşete düşürüyor. Çünkü ne psikolojik ne de kültürel olarak her şeyin mümkün olduğu bir dünyaya hazırız. Ahlaki geleneğimiz, dinimizden ilhamla, yokluk zamanlarının erdemlerini sabır, kanaat ve feragatla yüceltir. Peki, bütün bu kavramlar anlamsızlaştığında ne olacak? Tıpkı hazineleriyle birlikte yerin dibine geçen Karun gibi, bolluğumuzun ağırlığı altında eziliyoruz. Karun’un hazineleri nasıl onu toprağın bağrına çektiyse, bizim de doymak bilmez iştahımız ruhumuzu kendi ağırlığıyla derine gömüyor.

Bu yüzden günümüz insanı bu denli pür-melal ve öfkeli. Çelişkiler ruhunu kemiriyor. Roma imparatorlarının rüyasına girmemiş ilaçlara, seyahatlere, lükslere sahip; ama kendini aldatılmış hissediyor. Neden? Çünkü bolluk, bütün mazeretleri ortadan kaldırır. Artık, “Vaktim olsaydı bir kitap yazardım,” diyemezsiniz. Vaktiniz var; onu ekranlarda heba ediyorsunuz. Artık, “Seçme şansım olsaydı mutlu olurdum,” diyemezsiniz. Sonsuz seçeneğiniz var ve bu seçeneklerin altında eziliyorsunuz.

Yokluk, insanı terbiye eder; hayatı, yapılması gerekenler etrafında şekillendirmeye mecbur bırakır. Bolluk ise tembelliğe, şikâyete ve nankörlüğe doğru baştan çıkarır. Çağımızın en büyük tehlikesi mahrumiyet değil, manevi çürümedir. Kıtlık anlatısına tutunmak isteyenler bu sözlere kızacaktır. Çünkü o anlatı onlara bir kimlik, bir onur veriyor; sistemlerin, seçkinlerin, komploların kurbanı olduklarını söyleme hakkı tanıyor. Oysa daha acı olan gerçek şudur: bizler kendi kendimizin kurbanıyız. Kiler ağzına kadar doluyken açlıktan şikâyet edemeyiz. Kütüphane cebimizdeyken cehaleti suçlayamayız.

Kıyamet tellalları gezegenin tükendiğini, iklimin çöktüğünü, eşitsizliğin her yanı sardığını söyleyeceklerdir. Bunlar ciddi sorunlardır, evet. Fakat bunlar bir kıtlığın değil, bolluğu bilgece yönetemeyişimizin kanıtlarıdır. İklim krizi, bir yokluk feryadı değil, kontrol edemediğimiz bir enerji taşkınlığının zehirli meyvesidir. Eşitsizlik, mevcut servetin toplumun bütününe nüfuz edememesinin, kaynakların belli havzalarda toplanıp kalmasının bir neticesidir.

Asıl imtihan, yoklukla değil, her şeyin mümkün olduğu bu baş döndürücü bollukla nasıl başa çıkacağımızdır. Ve bu imtihanda, mazeretlerimizin ardına saklanacak tek bir gölge dahi kalmamıştır. Kiler doluysa ruhum neden aç? Kütüphane sonsuzsa zihnim neden boş? Dünya avuçlarımın içinde ama ben yine de bir kafeste hissediyorum. Cevaplar rahatlatıcı olmayacak, ama peşine düşmeye değer.

Zira eğer bu çağın kaderi bolluk ise, asıl yoksulluk soframızda değil, ruhumuzdadır.