Bir toplumun iş yapma ya da sorunlarını halletme biçimi, o toplumun çok geniş bir düzlemde Tanrı, insan ve tabiatla ilişki kurma biçimini ele verir. Bu ilişki biçimlerinin etrafında beliren ilke(sizlik)ler genel olarak toplumun “kültür”ünü deşifre etmektedir. Bu sebeple bir toplumda işleyen kültürü, o toplumda bir şeylerin değişip değişmeyeceğini de gösterecektir.

İslam dünyası Hz. Peygamber’in (SAV) irtihalinin ardından bu dinin oluşturduğu dinamizm ile siyasal, ekonomik atılımların yanış sıra ilmi bir inkişafı da yaşamıştır. İşte bu süreçte müslümanların dinamizmi hem farklı argümentatif dünya görüşlerini karşılayabilmekte hem de pratikler üretebilmekteydi. Fakat tüm bu atılımların ardında başta Kur’an ve Sünnet olmak üzere onlara dayanan düşünsel bir arkaplan mevcuttu. Hasılı müslümanlar ciddi olarak düşünce ürettiler, hayatı okudurlar ve buna dayanarak pratikler geliştirdiler.

Daha sonraki süreçte bu kazanımlardan yiyerek tarihteki konumlarını sürdürdüler. Kanaatimizce İslam dünyasının yeniden kendisine yetemediğini farkeden ve bu konuda analizler yapan kişi İbn Haldun’dur. İbn Haldun tarih üzerine odaklanmakla birlikte iki noktadaki açılımı dikkate değerdir. Birincisi, tarihi (History) bir kereliğine olaylar (story) olmanın ötesine taşıyan ve kendi ifadesiyle keşfettiği “Umran ilmi.”

Umran ilmi, yeryüzünde insan topluluklarını ictimai perspektiften ele alma yaklaşımıydı. Burada geliştirdiği “ictimai hadiselerin tabiatı” kavramsallaştırmasıyla toplumlarda cari olan ilkeleri ve yasaları ortaya koymaya çalıştı. Bu bir anlamda hem kendi döneminde hem de daha sonraki dönemlere toplumların sübjektiviteden uzak bir şekilde yükseliş ve düşüşlerinin sebeplerini ortaya koyabilme, buna göre toplumu okuyabilme perspektifi sunmaktaydı. Böylece mertafizikleştirmeden bir toplumun kendisi ve dünyayı okuyabilme yöntemini sunmaktaydı.

İkincisi, İbn Haldun bizzat kendi döneminde tecrübelerinden de yola çıkan bir okuma yaptı. Fakat İbn Haldun’un okuması ve bu okumada ortaya koyduğu formları “değişmez” addederek mutlak toplumsal yasalar olarak saymak yerine, varolan toplumsal dinamizmlerde metafizikleştirmeden toplum okumasının sürekli yapılmasını talep ettiğini görmek gerekir. Maalesef İbn Haldun’dan sonra Osmanlı’da ve hatta yakın zamana kadar İbn Haldun’un çok ciddiye alındığını söylemek mümkün değildir.

Bu iki noktaya bakarak bugüne bir sonuç çıkarmamız gerekirse, meselelerimizi çok çalışarak, popülizmden uzak ve metafizikleştirmeden ele almanın zarureti ortaya çıkar. Bunun anlamı, niçin böyle bir durumda olduğumuzu üzerinde konuşacağımız ve net biçimde kritik edebileceğimiz İbn Haldun gibi ilkeler ortaya koyabilme ve sonra sorunlarımızı bu çerçevede tartışabilmektir.

Müslüman toplumlar zaten iki yüzyıla yakın bir süredir modernleşme serüveni çerçevesinde bir sömürge durumu yaşamaktadırlar. Bu sömürgeleş(tir)me müslüman toplumların kendisi kalarak kendi sorunlarını tartışabilmesinin önünde engel olmuştur. Burada iki önemli yapısal sorun hep kendisini göstermiştir. Birincisi, müslümanlar sorunlarından (bunu hakikatten diye okuyun) kaçarak metafizikleştirme yapmakta; daha da kötüsü metafizikleştirmeyi “İslam’a dönüş” gibi görmektedirler. Metafizikleştirme, ilmi düzlemde tartışmak yerine meseleyi Tanrı’ya havale etmeyi birlikte getirmektedir. Bunun sonucu olarak, müslümanlar kendisi girmekten imtina ettikleri tarihe Tanrı’yı davet etmektedirler.

İkincisi, bunun için popülizmden uzak bilgiye dayalı ve ilmi düzlemde meselelerini ciddiyetle tartışmaları gerekmektedir. Fakat her alanda “mış gibi yapmak”tan dolayı ciddiye alınacak bir teori bile üretememiştir. Hasılı ciddiyete vakti kalmamıştır.