İslam düşüncesinde “ilim” ve “bilgi” ile ilintilendirilebilecek olan figür “âlim”dir. Yeri gelince cümle içindeki kullanımlarında hala “âlim” kavramı kullanılır ancak göndergeleri sanki geçmişe doğrudur. Bu kullanımlar hiç kuşkusuz günümüzde “âlim” kavramının toplumsal karşılıklarının da zayıfladığı anlamına gelmektedir bir boyutuyla.
Modern dönemle birlikte Batı dünyasında iki figür belirginleşmiştir. Bunlar Aydınlanma düşüncesinden mülhem aydın ile entelektüeldir. Daha önce “rahip” bu entelektüaliteyi sağlarken, Aydın onun yerine ikame olmaya başlamıştır. Aydınlık-karanlık ikileminin içinden Aydınlanma düşüncesinin bir anlamda taşıyıcısı olan aydınlar hür düşüncenin adresi olarak tebellür etmişlerdir.
Osmanlı’nın son döneminde bu bağlamda ikircikli bir durum yaşanmaya başlamıştır. Ulema ve aydın arasındaki dilemma bu minvalde daha da belirginleşmiştir. Ulema İslami ilimler konusunda öne çıkarken dünyayı okuma bağlamında başarısız olmuştur. Bunun karşısında aydın da dünyayı okuma bağlamında öne çıkarken İslami ilimlerde yetersizdir. Aslında bu içerik bugüne kadar aydın ve ulema arasındaki yarılmanın devam etmesini de sonuçlanmıştır. II. Mahmut devlet bürokrasisinde ulemanın etkinliğini zayıflatırken, ileriye doğru tedrici olarak tercüme bürolarında yetişen aydınlar belirginleşmeye başlamışlardır.
Bu zaafiyetin farkına varılması bugünlerde ulema-aydın rolünü birleştirecek “figür”lerin yetişmesi açısından bazı gayretlerin varlığını gözlemlemekteyiz. Fakat hala medrese-üniversite arasındaki gerilimde bu dilemmanın varlığı devam etmektedir. Klasik islami ilimlerin öğrenilmesine önem veren bazı kesimlerin hala dünya ile olan kopukluğu bir gerçektir. Onlar sözgelimi; küreselleşme, liberalizm, Marksizm, modernizm ve postmodernizm gibi kavramlara; dolayısıyla dünyanın bugünkü aktüel işleyişine mesafeli durmaktadırlar. Aydınlar da maalesef bir paradigma ve şemsiye olan islami ilimlere mesafelidirler.
Klasik dönemde “âlim” sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel olarak varolan hayatı okuyabilmekteydi aynı zamanda. Bu durum bugünkü kavramlarla söyleyecek olursak “âlim” kavramının içine entelektüaliteyi de dâhil etmekteydi. Söz gelimi; İmam-ı Azam bugün birçok insanın anladığı şekilde sadece bir fıkıh âlimi değildir. Kendi döneminin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel sorunlarının farkında olan ve bunlara çözüm önerileri sunmanın yanısıra tavır alan bir şahsiyetti. Dolayısıyla tabiri caizse ulema-aydın rollerini birlikte yerine getirmekte idi. Fakat belirtildiği üzere modern zamanlarda bu durum değişmiştir.
Doğrusu “âlim” figürünün canlanmasının, Müslümanların dünya bakışı, söz söyleme kapasitesi ve farklı bilgi türleri ile kuracağı kapsamlı ilişkiler ile orantılı olduğunu düşünmekteyim. Özellikle yeni yetişen nesilde farklı ilimleri meczetmeye ve bütüncül bakmaya çalışan bir kıpırdanış görmekteyim. En azından bunlar birer sorun olarak tartışılmaktadır.
Tam da bu noktada “Akademisyen” kategorisi nerede durmaktadır?” sorusunu cevaplamanın zamanıdır. Üniversitelerin bünyesinde faaliyet gösteren akademisyenlerin normal şartlarda “entelektüel” portresine yakın olmaları beklenmektedir. Bu bağlamda akademisyenlerden birer entelektüel olarak içinde yaşadıkları ülke, toplum ve buraya dair sorunları ele alma ve tartışma işlevi beklenmelidir.
Fakat akademisyen giderek teknik bir elemana dönüşmüş bulunmaktadır. Bu dönüşümü besleyen birkaç sebepten bahsedilebilir. İlkin, giderek alt alanlara bölünen branşların akademisyeni uzmanlara dönüştürmesi. Böylece akademisyen meselelere sadece kendi alanında ve uzmanlık olarak bakmaktadır. İkincisi, entelektüellik insan, ülke ve giderek dünya ölçeğinde meseleleri tartışma ve önerilerde bulunmayı gerektirmektedir. Fakat daha özelleşmiş konulara yaklaşım, akademisyenliği teknik bir bakış açısında daraltmaktadır. Halbuki bizim öncelikle kendi ihtiyaç ve soru(n)larımıza cevap vermeye çalışan entelektüaliteye ihtiyacımız bulunmaktadır.