Geçtiğimiz günlerde İstanbul, 6.2 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Bu büyüklükteki bir depremin ardından şehir ayakta kalmış olabilir ama dijital sistemler bir kez daha yerle bir oldu. Üstelik elektrik kesintisi ya da herhangi bir yıkım olmamasına (çok şükür ki) rağmen telefon şebekelerinin çökmesi, iletişimin en gerekli olduğu anda insanların birbirine ulaşamaması, hepimize daha önce yaşadığımız acı tecrübeleri hatırlattı. Ne yazık ki bu bir ilk değil; ama artık “son olur mu?” sorusunu da pek kimse sormuyor. Çünkü yanıtı biliyoruz: Hayır, sistem yine çökecek!

Deprem anında iletişim hayattır. Bilgiye ulaşmak, bir mesaj gönderebilmek, bir “iyiyim” ya da “yardım edin” ifadesi, bazen kurtarıcı bir el kadar değerlidir. Ancak bu iletişimin sürdürülebilirliği için gerekli altyapının hâlâ sağlanamamış olması, ciddi bir ihmaldir. Teknoloji çağında yaşıyoruz ama bu teknolojinin en kritik zamanlarda işlemediğini tekrar tekrar tecrübe ediyoruz. Kriz anlarında cep telefonu operatörlerinin çökmesi artık olağan bir durum haline geldi ve bu durumun “normalleşmiş” olması başlı başına bir sorun. Dahası, depremle birlikte yalnızca altyapılar değil, dijital bilgi akışı da sarsılıyor. Sosyal medyada dolaşıma sokulan yanlış bilgiler, panik yaratan paylaşımlar, eski görüntülerle servis edilen sahte haberler insanların duygularını manipüle ediyor. Kesin bilgi olmadan yapılan paylaşımlar, doğrulanmamış iddialar, ne yazık ki bir bilgi paylaşımı değil, bir kaos üretimi haline geliyor.

Bu noktada kamu kurumlarının iletişim refleksinin ne kadar zayıf olduğu da ortaya çıkıyor. Kriz anlarında devletin resmi organlarından bilgi almak ya çok geç oluyor, ya da bilgilendirme hiç yapılmıyor. İnsanlar da doğal olarak sosyal medyaya yöneliyor. Ancak burada karşılaştıkları şey çoğu zaman gerçeklik değil; bilgi kirliliği. Oysa bu süreçte devletin anlık, doğru ve sade bilgilerle halkı yönlendirmesi gerekiyor. Şeffaf, hızlı ve sürekli bir kriz iletişimi olmazsa, insanlar söylentilere mahkûm hale gelir. Sosyal medyayı suçlamak bu durumda en kolayı olsa gerek. Oysa sorun yalnızca kullanıcıların yanlış bilgi yayması değil; aynı zamanda bu platformların kriz anlarında nasıl yönetildiğiyle de ilgili. Algoritmaların neyi öne çıkardığı, sahte hesapların nasıl bu kadar kolay dolaşıma girebildiği gibi teknik sorunlar da ciddi tartışma konularıdır. Ancak birey olarak da sorumluluğumuz olduğu da unutulmamalı. Bilmediğimiz bilgiyi paylaşmamak, görselin kaynağını sorgulamak, resmi açıklamaları beklemek... Tüm bunlar artık sadece “iyi niyetli davranış” değil, birer kamusal sorumluluk haline geldi.

Bu bağlamda, dijital okuryazarlık meselesi artık gündelik hayatın bir parçası olmak zorunda. İnsanlara sosyal medyada nasıl bilgi tüketmeleri gerektiği, neyi paylaşmanın ne tür sonuçlar doğurabileceği öğretilmeli. Bu yalnızca gençlere yönelik bir eğitim değil; tüm toplumu kapsaması gereken bir farkındalık süreci. Aksi halde, depremden kurtulsa bile manipülasyona yenik düşen bir toplum tablosuyla karşı karşıya kalıyoruz.

Bir diğer önemli başlık ise teknolojinin kriz anlarında ne kadar hazır olduğu. Vatandaşın aklına çeşitli sorular geliveriyor: Afet anlarında devreye girecek alternatif iletişim sistemleri neden hâlâ kurulmadı? Neden cep telefonu operatörleri, olağanüstü durumlarda yedek sistemlerini devreye sokamıyor? Bu soruların yanıtları ya yok ya da cevap vermeye kimse yanaşmıyor. Ancak her depremden sonra bu eksiklikleri sadece “takdiri ilahi” gibi kadere havale etmek, depremi “doğal afet” olarak tanımlamak teknik sorunları görmezden gelmek anlamına gelir. Oysa afetlere hazırlıklı olmak sadece binaların sağlamlığıyla ilgili değildir. Toplumun psikolojik, teknolojik ve bilişsel dayanıklılığı da bu hazırlığın bir parçasıdır. Ve bu dayanıklılık, ancak açık iletişim, güçlü altyapı, bilinçli yurttaş, güvenilir kamu kurumları ve sorumluluk sahibi platformlarla sağlanabilir.

Bu deprem, büyük İstanbul depreminin bir provası mıydı, bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var: Eğer bu bir prova ise, iletişim sistemleri ve dijital kültür açısından sınıfta kaldık. Şimdi daha büyük bir sınav gelmeden önce kendimize şu soruyu sormalıyız: Krizde sadece binalar mı yıkılır, sosyal ahlak mı çöker yoksa sistemler mi göçer mi?