Göç bugün yalnızca sınırları aşan insanların hikâyesi değil; siyasal iktidarın, medyanın ve kamusal dilin nasıl çalıştığını gösteren bir turnusol kâğıdıdır. Göçmenlerin kendisinden çok, onlar hakkında kurulan söylem konuşulmalıdır. Çünkü asıl mesele, göçün ne olduğu değil; göçün nasıl anlatıldığıdır.
Medya, büyük ölçüde göçü açıklayan değil, yöneten, yönlendiren ve yozlaştıran bir dil üretmektedir. Göç, politiktir. Göçe dair üretilen sil ve söylemler, politik olmaktadır. Medyanın göç söylemi ve dili, göçü savaş, yoksulluk ve küresel eşitsizliklerin sonucu olan yapısal bir olgu olarak ele almak yerine; göçü “yük”, “tehdit” ve “kriz” başlıkları altında daraltmaktadır. Böylece göç, siyasal ve ekonomik sorunların üzerini örten kullanışlı bir nesneye dönüştürülmektedir.
Medya, göç konusunda yapıcı ve yaratıcı bir pozisyon aldığında kollektif aklın ve politikaların oluşmasına verimli bir şekilde katkı sunabilir. Mülteci, sığınmacı ve düzensiz göçmen gibi hukuki kavramların doğru kullanılması; göçmenlerin sayıdan ibaret olmayan, hak sahibi bireyler olarak temsil edilmesi bu sorumluluğun temelidir. Göçü olağanüstü bir sapma değil, modern dünyanın süreklilik arz eden bir gerçekliği olarak ele almak, insani durumumuzun biir boyutu olan göçü anlamak, anlamlandırmak ve anlatmak için gerekli olan bir kavrayıştır.
Ne var ki medyadaki yaygın söylem bunun tersidir. Medyada göçmenler çoğunlukla kriminalleştirici bir çerçeveye hapsedilmektedir. Tekil suç olayları genelleştirilmekte, toplumsal sorunların sorumluluğu göçmenlere yüklenmektedir. “Milyonlarca göçmen” gibi ifadelerle insanlar anonim kitlelere indirgenirken, bireysel deneyimler bilinçli biçimde silinmektedir. Bu dil, toplumsal öfkeyi yanlış hedeflere yönlendirebilmektedir.
Bu noktada medyanın doğrudan nefret söylemi üretmesine bile gerek kalmaz. Korku ve tehdit dili sürekli tekrar edildiğinde, ayrımcılık normalleşir. Aşırı uç söylemler ana akıma taşındıkça, dışlama sıradanlaşır. Bu, açık bir saldırıdan çok daha etkili olan bir simgesel şiddet biçimidir. Göçmenler suçlanmaz belki ama sürekli “sorun” olarak işaret edilir. Bunun toplumsal sonuçları ağırdır.
Dijital medya bu tabloyu daha da derinleştirmektedir. Algoritmalar, en fazla etkileşim üreten içerikleri öne çıkarır; bu da çoğu zaman öfke ve korku demektir. Göçmenlere ilişkin dezenformasyon burada hızla yayılır. Ancak bu durumu yalnızca “yanlış bilgi” meselesi olarak görmek yetersizdir. Dezenformasyon, bilgi eksikliğinden değil; ideolojik ihtiyaçtan beslenir. Ekonomik kriz, siyasal tıkanma ve yönetişim sorunları konuşulmasın diye, göçmenler hedef hâline getirilir.
Bu nedenle çözüm, tek tek yanlış haberleri düzeltmekten ibaret olamaz. Sorun yanlış haberin doğru haberle, yanlış bilginin doğru bilgiyle düzeltilmesinden çözülemeyecek kadar karmaşıktır. Sorun, bilişsel olmaktan ziyade duygusaldır.Asıl ihtiyaç duyulan şey, göçmen olan toplumsal kesimlerin kendilerini iletişim ve medya dünyasında temsil etme imkanlarının yaratılmasıdır. Göçmenlerin yalnızca hakkında konuşulan nesneler değil, kendi deneyimleriyle konuşan özneler hâline gelmesi gerekir. Gündelik hayatlarıyla, emekleriyle, sıradanlıklarıyla görünür olmaları gerekir. Çünkü olağan hayatın görünürlüğü, korku, nefret, ayırımcılık ve ırkçılık siyasetini bozan en güçlü zemindir.
Medya burada bir tercih yapmak zorundadır. Ya ırkçılığın ve popülizmin ürettiği korku dilini yeniden dolaşıma sokacaktır ya da hak temelli, çoğulcu ve demokratik bir kamusal alanın parçası olacaktır. Göç meselesi, teknik bir iletişim ve medya tartışması değildir. Bu, birlikte yaşama iradesinin olup olmadığına dair demokrasiyle, hukukla ve barışla ilişkili siyasal bir sorudur. Göçü nasıl anlattığımız, aslında nasıl bir toplumda yaşamak istediğimizin cevabını da içinde barındıran anahtar nitelikte bir tartışmayı kapsamaktadır.