Dünyada sekiz milyar insan yaşıyor, peki ya yalnızlık? O da her yerde, her birimizin içini kemiriyor. Bu belki de insan olmanın kaçınılmaz parçası. Büyük şehirler, özellikle İstanbul, bu hissi iliklerimize kadar işleten bir sahne gibi. İstanbul'un kalabalığında Boğaz'ın serin rüzgarı yüzünüzü okşarken, uzaktan gelen vapur sesi içinizdeki boşluğu derinleştirir. O ses dışarıdan gelen melodi değil, ruhunuzun derinliklerinden yükselen bir yankıdır. Kalabalık bir sofrada kahkahalar yükselirken bile kendinizi denizin kıyısında yapayalnız hissedebilirsiniz.
Aşkın en coşkulu anında da, sessiz odanın gölgesinde de yalnızlık martı gibi usulca konar omzunuza. Varlığını hissettirir. İstanbul'un sesi, kokusu, rüzgarı bazen yalnızlığı körükleyen bir ateşe dönüşebilir.
Hepimiz bir aradayız. Sokaklarda, köprülerde, vapurlarda. Ama günün bitmeyen telaşında kendimizi unutuyoruz, birbirimizden uzaklaşıyoruz. Galata Köprüsü'nden geçerken balıkçıların oltalarına takılan umutlar size ait değilmiş gibi gelir. O coşkuya ortak olamazsınız.
En kötüsü bu yükü sadece sizin taşıdığınızı sanmanızdır. Etrafta herkes neşeli, birbiriyle iç içe. Siz çatının ortasında tek başına duran karga gibi şehrin gürültüsüne sessizce bakarsınız. Gözleriniz tavana kilitlendiğinde aklınıza sorular üşüşür: Neyi yanlış yaptım? Bende eksik olan ne? Bu sorular yalnızlığın bir kusur olmadığını, insan olmanın doğal bir parçası olduğunu gösterir.
Bir an durun. Düşünün. O anlarda bile yalnız değilsiniz. İstanbul'un gri gökyüzü altında sizin gibi binlercesi aynı soruları fısıldıyor. Peki sizin en kalabalık yalnızlığınız hangi sokakta sizi buldu? Bu şehirde aynı gökyüzüne bakıp aynı soruları soran binlerce insan var.
Yalnızlık hapla geçmiyor, reçeteye sığmıyor. İnsan olmanın en karmaşık, en derin yarası. Şehirdeki kalabalık bu bağlamda dışlayıcı olmaktan çıkar, görünmez bir dayanışmanın kaynağına dönüşür. Aynı hisleri paylaşan birçok ruhu barındırır.
Telefon ekranlarının ışığında kayboluyoruz. Ne kendimize ne yanımızdakine gerçekten kulak veriyoruz. Teknoloji bizi birbirine bağlar gibi görünse de denizin dalgaları gibi içimizi yontan bir boşluk bırakıyor. Asıl mesele nicelik değil, bağlantının niteliğidir.
Size "Bunu yapın, yalnızlık biter" diyemem, demeyeceğim de. Ama şunu bilin: Yalnızlığınızın içinde bile, o çatının ortasında karga gibi tek başınıza olsanız da bu şehirde sizinle aynı gökyüzüne bakanlar var.
Hadi bir an durun. Ay ışığının denize vurduğu geceyi hayal edin. Tenha sokaklarda, ıslak kaldırımlarda yürüdüğünü. Gün batarken ufukta parlayan Jüpiter'e bakın. Hep uzaklara dalıyoruz. Cevapları yıldızlarda arıyoruz. Oysa o cevaplar çoğunlukla kalbimizin kuytu köşelerinde, vapurun düdüğünde, dalgaların fısıltısında saklıdır.
İstanbul'da 15 Temmuz gecesi, saat dokuz. Elinizde menengiç kahvesi. Semtinizin uykusuzluğu sizinle konuşuyor. Kahvenin kokusu yükselirken sanki piyanonun iç çekişi odanıza doluyor. O gece, kişisel hislerin ötesinde, şehrin ve milletin ortak ruh haliyle birleşildiği derin anları simgeliyor.
Hayatın yollarında kaybolmuş, ne yapacağını bilemeyen paytak ördek gibi hissediyor musunuz kendinizi? Çatının ortasında duran karga kızıl güneşe bakarken yaprakların sarısı koyulaşıyor. Kendi değerinizi sorguladığınız o anlar denizin derinliğinde boğulur gibi değil mi?
Göçmen kuşların arasında sürüsünden kopmuş bir martı gördünüz mü hiç? Haliç'in üstünde çaresizce çırpınırken yalnızlığını haykırıyor sanki. Ya da genç bir kartalın gökyüzünde süzülüşüne şahit oldunuz mu? Kanatlarının gölgesi bile derin bir yalnızlığı fısıldar. İstanbul’un nefes aldırabilen ormanlarında kargaları, martıları ve biz insanları aynı kadim yalnızlığa zincirliyor.
Islak asfalt trafik ışıklarının yansımalarıyla parıldıyor. Sonbaharın yaprağı rüzgarla savrulup soluyor. Denizin mavisi ile gökyüzünün sonsuzluğu arasında sıkışıp kaldınız mı hiç?
Haliç Köprüsü'nün altında benim gibi yalnız bir adam daha duruyor. Batıya yol alan iki kişi eski arabalarıyla birbirine bakmadan geçiyor. Sanki yol ikiye ayrılmış, umutlar ortada kalmış gibi. Sahile vurdum, dalgalar köpüklerle gelirken senin kahkahaların kulağıma çalınıyor. Denizin hırçınlığı kıyıda tek başına duran bana bir şeyler anlatır gibi. Hepimiz aynı sona yürüyoruz, sessizce.
Şafağın ilk ışıkları camlara vuruyor, umutla. Sığırcıklar gökyüzünü bir anlığına karartıyor. Denizi her gördüğümde annem geliyor aklıma. Vefat eden annem. Sıcak yaz akşamında bu sevgi arsızı, ufuk avcısı seyyah nerede duracak, nerede yaşlanacak? Ay denize gümüşcesine ışıklarını düşürürken geceyle hayallerimizi buluşturuyor.
Şimdi söyleyin, yalnızlık sizi nerede buldu? Bu satırlarda kendi gölgenizi gördünüz mü? Yalnızlık kaçınılmaz olabilir ama asıl acı onu kimseyle paylaşamamaktır. Denizin kıyısında, çatının ortasında, kalabalığın içinde tam olarak neredesiniz?
Belki de en büyük avuntu şu: Bu yolda yalnız değiliz. Hepimiz aynı gemideyiz. Ay aynı ay, deniz aynı deniz, yalnızlık aynı yalnızlık.
Peki siz bu atlasın hangi köşesinde duruyorsunuz? Hangi sokakta, hangi vapurun düdüğünde kendi hikayenizi yazmaya başlayacaksınız? Çatının ortasında duran karga gibi sessizce beklemeyi mi seçeceksiniz yoksa denizin çağrısına kulak verip dalgalarla mı konuşacaksınız?
Yalnızlık sizi tanımlamaz ama ona nasıl baktığınız sizi yeniden inşa edebilir. Şehir uyurken siz uyanın. Bu satırları okurken gözleriniz daldı mı, içiniz titredi mi? O zaman yalnız değilsiniz.
Şimdi kalkın, bir bitki çayı demleyin, pencereyi açın. İstanbul'un sesine kulak verin. Bu atlasın her sayfasında sizin gibi birileri umutla kendi hikayesini yazıyor. Siz nereden, hangi bitki çayıyla başlayacaksınız? Ona karar verin.