Hayat, uçurumun kenarında yürümek gibidir. Her adım, ya korkunun karanlığına ya da ümidin aydınlığına açılır. İnsan dediğin, kalbiyle tutunursa hayata havf (korku) ile recâ (ümit) arasında bir yerde durur. Bazen titrek bir sezgiyle “ya olmazsa?” diye düşünür bazen de ilahi bir güvenle “belki de olur” diye ümitlenir. Korku ile ümit arasında yaşamak, Allah’ın varlığından her daim haberdar olmaktır.
Kimi zaman geçmişin günahlarına takılır ayağımız; pişmanlık denilen iç yangınıyla kavruluruz. Kimi zaman ise geleceğin bilinmezliğine takılır gözümüz; “Ne olacağım?” endişesiyle titrer yüreğimiz. Oysa insanın iki yakasını bir araya getiren şey havf ve recânın dengesidir.
İnsanın ümitvar olmasını telkin eden en güçlü delillerden biridir Zümer Suresinin 53. Ayeti: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. ”
Bu ayet, günahların en karanlık gecesine bile sabah vadeder. Ümidin, karanlığı yaran bir kıvılcım olduğunu hatırlatır bize. Recâ, yani ümit; ilahi af kapısının ardında duran, gözyaşlarıyla dua eden bir kulun en samimi sığınağıdır. Recâ, Rabbine yüzünü dönen günahkârın secdedeki umududur. İnsanın ruhunu diri tutarak her an Yaratıcı’yla olan bağını güçlendirir. Ümitli olmak günah işlemeye davetten ziyade pişmanlık duymaya ve bir daha yapmamaya açılan kapıdır.
Burada umudun korkunun gölgesine sığınmasına fırsat verilmemelidir. Bu bir yanılgı olur ve o zaman umut bir kör cesarete dönüşebilir. Sadece recâ ile yaşamak insanı gaflet uykusuna salabilir. İşte tam da burada havf devreye girer: Allah’tan, yani kudretin sahibinden korkmak… Ama bu korku bir zalimin tehdidi gibi değil; bir annenin sevgisinde, bir öğretmenin merhametinde gizlidir. Sevenin, sevdiğini kaybetmekten duyduğu korkudur bu. Kulun, Rabbine layık olamama endişesidir. O’nu rahmetinden mahrum kalmamak için yanlış yapmaktan çekinmektir. İşte o zaman ayetin hakiki muhatabı olunur. “Onlar, korkarak ve ümit ederek Rablerine ibadet etmek için yataklarından kalkarlar.” (Secde Suresi, 16. Ayet)
Korku ve ümit… Bu iki zıt gibi görünen duygu, aslında aynı kalpte yan yana durmalıdır. Pişmanlıklara bakarak ümitsizliğe kapılmak ve her şeyi kaybettiğinin endişesini duymak şeytandandır. Umut, yıkılmış gönüllerin yeniden inşası ve ayağa kalkışıdır.
Bu yüzden ne sadece korkarak yaşanmalı ne de yalnızca umutla avunmalı. İnsan korkuyla eğildiği secdeden umutla doğrulmasını bilmelidir. Bunu hissedemeyen ruhun secdeden kalkacak mecali olmaz. Bu bağlamda havf ve recâ kalbin iki kanadı gibidir ve bu iki kanat sağlam olmalı ki insan yükselebilsin.
Havf ve recâ, insanın hayat yolculuğunda pusuladır. Havf, nefsin aşırı heveslerini dizginlerken; recâ, şeytanın vesveselerine karşı ruha direnç verir. Havf, kula haddini hatırlatırken recâ ise Allah’ın rahmetini bekleme düşüncemizi diri tutar.
Her insan biraz Hz. Yusuf’tur (AS); kuyuda da zindanda da Rabbine yönelen, biraz Hz. Yunus’tur(AS); bir balığın karnında yine de dua eder Rabbine, Biraz da Hz. Muhammed’dir (SAV); Mekke’de çektiği sıkıntılara sabrettiği için hicret ile müjdelenip nihayetinde gönülleri fethedercesine Mekke’nin fethinin müjdesine mazhar olarak şükreder Rabbine.
Unutulmamalı ki Allah’ın rahmeti, kulunun günahından büyüktür. Her ne kadar “Ya affedilmezse?” ve “Sesim duyulmazsa!” diye korkacak olsak da “Ben kullarıma şah damarından daha yakınım.” (Kaf Suresi, 16. Ayet) ile “Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim.” (Bakara Suresi, 186. Ayet) ayetleri cevap olur bütün endişelerimize.
İşte bu yüzden bir elimizle geçmişi tövbeyle yıkarken, diğer elimizle geleceği umutla inşa etmeliyiz. İnsan dediğin, toprağın tozunu ruhunda taşısa da göğe doğru uzanan bir fidandır. Kökleri korkuda, dalları umutta gizlidir. Vesselam.