-Ölüm ve Dirim-

Zıtlıkların Dansı alt başlığıyla başladığımız “Her şey zıddı ile kaimdir” başlıklı yazı serimizin ikinci alt başlığında Ölüm ve Dirim konusunu ve ilişkilerini işlemeye çalışacağız.

Çalışkanı tanımlayabilmek için tembelin varlığına ihtiyaç duyarsınız. İyinin ne olduğunu bilmek için kötünün nasıl bir şey olduğunu bilmeniz gerekir. Gençliğin kıymetini yaşlanınca anlarsınız. Sahip olduklarınız yanınızdayken pek kıymetli değildir. Ancak onlar, kaybedilince bir anlam ifade etmeye başlar. İlanihaye varlığın tanımı yokluğun hakikatiyle yüzleşince yapılmaya başlanır.

İnsana içinde bulunduğu durumun paradoksunu anlatmak bazen imkânsız gibidir. Atalarımızın “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” sözünde olduğu gibi insanın hakikati idrak edebilmesi için onu yaşaması gerekir. Bugün kim bilir içinde bulunduğumuz durum da tam olarak budur.

Aklıyla, kalbiyle, ruhuyla bir bütün olan insan, ruhu ve kalbinden soyutlanarak akıl merkezde tutularak hakikatinin idrak edilmesi bekleniyor. Bunun aslında bir beklentiden öte bir kurgu gibi görülmesi gerekiyor. Bir bütün olan insanın parçalarına ayrılarak kendi içindeki çelişkilerini arttırmak ve zıtlıkları birbirine karıştırmadan her birini kendi mecrasında yaşatmaya çalışılmaktadır.

Ancak unutulan bir şey var ki insanı fıtratından uzak hangi düşünce yapısının kalıbına sokmaya çalışırsanız çalışın zihin tatmin olsa bile ruhtaki boşluk hiçbir zaman dolmayacaktır. Ölümün hakikatinin üzerini örtmekle yaşam hiçbir zaman farklı bir anlam kazanmayacaktır. Bilakis ölüme gözünüzü kapattığınız zaman yaşam, daha anlamsız ve karşılığı olmayan bir hal alacaktır.

Ölüm hakikati bütün inanışlarda öyle ya da böyle yer almaktadır. Bizim inanışımıza göre ruh ölmez, ölen bedendir. Ankebût Suresinde yer alan “Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” ayeti bu hakikati sarih bir şekilde belirtmektedir.

Bu dünyadaki süresi dolan ruh, ahiret yurduna göçer. Hesabın görüleceği gün geldiğinde de bu dünyada yapıp ettiklerinden ötürü hesaba çekilecektir. Her Müslüman bu duruma böyle inanır yahut inanmak zorundadır. Ki Ahirete İman, imanın esaslarındandır.

Bugün içinde bulunduğumuz ve hız-haz çağı olarak nitelendirdiğimiz tekno-kapitalist bu zamanda her şeyin nesneleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Ele avuca gelmeyen duygular dahi bir data olarak görülüp tinsel yapısından arındırılarak sistemsel bir veri gibi işlenmektedir. Dahası duyguların kontrol ve yönlendirilmesi süreçleri yapay zekâlara devredilmeye başlandı. Her şeyin nesne olarak kabul edilmeye başlandığı bu zamanlarda robot yapmanın temel felsefesi de robotun insana benzetilerek aslında insanın robota dönüşmesine zemin hazırlamaktır.

Diğer taraftan ölümsüz bir yaşam felsefesi geliştirilerek, hesapsız, kitapsız, yarını tahayyül etmeyen, carpe diem düşüncesiyle anın hazzına tamah eden bir nesil ortaya konmaya çalışılıyor. Ölüm fikrinden arındırılan ruhun daha özgür olacağı düşüncesiyle yeni yaşam tarzında neoliberal bir duruşa bürünüyor insan.

Yaşam ve ölüm birbirini tamamlayan iki form olmaktan ziyade yaşam, ölüm kafesinde esirmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Böyle olunca da ölüm öldürünce adeta kafes kırılacak ve yaşamın özgür olacağı düşüncesine zihne telkin ediliyor. Böyle düşünmeye zorlandırılan zihnî yapı, öyle bir zaman geliyor ki en büyük savaşı kendisiyle vermeye başlıyor.

Bir diğer yaklaşım ise fiziksel ölümdeki bedenin ölümünü yadsıyarak hayatı sınırsız ve hesapsızmış gibi yaşama arzusunu tetiklemektir. Bu da fiziksel ölümün zihinden silinerek anın hazzını yaşamaya götürecektir insanı. Sonuçta da ölürken bedenin ölümünü görmezden gelenler, yaşarken ruhun ölümüne çanak tutuyor olacaktır.

Ruhunu öldüren insan, nefsinin isteklerinin peşinde koşmaya başladı. Sonra da Nietzsche’in “Tanrı öldü!”söylemine sığınarak kendine yeni hakikatler ve kendini haklı çıkaracak söylemler bulmaya çalıştı. Ölen Tanrı değildi, insanın kendi ruhuydu. Üstat Sezai Karakoç'un da dediği üzere “Allah ölmez, her zaman diridir ve dirilticidir. Öldüren O, dirilten de. Nietzsche yanıldı; ölen ruhtu, Tanrı değil.” Fani olan, ölümlü olan insandır, Allah baki ve sonsuzdur.

Bugün ruhunun ölümüne alkış tutanlar, Allah'ı hayatlarından çıkartarak anın hazzını yaşamaya çalışanların ta kendisidir. Günlük telaşlarla günü kurtarmanın derdinde Rezzak olan Allah’ın varlığını hatırdan çıkararak nefsin taleplerine yetişmenin gayretindedir. Kendince Tanrıyı öldürdüğünü varsayarak ölümden kurtulmanın hesabının peşindedir. Ne yazık ki, içindeki inanma isteğini bastıramadığı için de bir tür depresif ruh halinden kurtulamamaktadır. Bozduğu ruhunu onarmanın formülünü de nesnelerden medet umarcasına prozac, cipralex gibi ilaçlarda aramaya başladı. Abdest alıp huzura durarak secdenin yakınlığında şefkat aramak yerine mantığın kendisine dayattığı maddenin koynunda kendisine yer aradı.

Tekno-kapitalist sistemde ruhun varlığı sistemin dişlilerinin dönmesine engeldir. Bunun için onun öldürülmesi gerekir. Bu ölüm fiziki bir ölümden öte yaşıyor olmalı, ancak yaşamın hakikatinden habersiz kalmalı demektir. Bu yüzden ruhu öldürmek için insanın ruhunun varlığının temeli olan Allah'tan onu soyutlamakla mümkündü ve bugün bunu yapmaya çalışıyorlar. Ateist, agnostik, deist fikirlerin temel aldığı nokta da bugün budur. Ruhu, özünden soyutlamaya çalışmak... Canlı olarak kalan ruhu amaçsız hale getirmek…

Merhum Sezai Karakoç'un “Ruhun dirilişi, cennetten bir yansıma, ruhun ölümü cehennemden bir yansıma.” sözüyle nokta koyarken yazımıza; unutmayalım ki “Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur.”