Bir kapı düşünün: Açılmamış, kilitli, tozlu. İçinde ne olduğunu bilmediğin sürece, o kapı sır değil, sessizliktir. Soru sormak, o kilidi zorlamaktır. Belki ardında hazineler çıkar, belki canavarlar. Ama suskunluk, hiçbir şeyin olmadığı yanılsamasını sunar. Peki, gerçekten hiçbir şey mi saklıyor o kapı? Yoksa karanlık, cevaplardan daha mı rahatlatıcı?

Diyalektik yöntemci, Sokratessokak sokak dolaşıp sorular sorarken, Atinalıların rahat yalanlarını deşiyordu. Ölümü bile göze alarak, suskunluğun kırılgan barışını bozdu. Çünkü soru sormamak, bir nehirde ayaklarını ıslatmadan durmaya benzer: Nehir seni alıp götürmez ama kıyının çamurunda da çürürsün. Arketip bekçisi, Platon’un mağarasındaki zincirler, sorgulamayan insanın prangalarıdır. Gölgeleri izlemek güvenli belki, ama ayak seslerin asla duyulmaz.

Doğu’nun bilgeliği, suskunluğa farklı bakar: Lao Tzu“Bilen konuşmaz, konuşan bilmez” der. Ama bu, soru sormamak değil, kelimelerin ötesini dinlemektir. Zen ustaları, “Koan”larla zihni kamçılar: “Tek elin sesi nasıldır?” diye sorarlar. Cevaplar değil, soru sorma cesareti aranır. Meşk gibidir bu: Tekrar tekrar çalınan bir ud taksimi gibi… Sabırladikkatlesessizliğin notalarını duymak. Çünkü gerçek, bazen yalanların sustuğu yerde başlar.

Modern diye tabir edilen insan, şehirlerin ve zihninin gürültüsünde kaybolmuşken, sessizlik bir kaçış haline geldi. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” çığlığı, yerini “Ben öldüm” mırıltısına bıraktı. Soru sormakkendi varlığını tehlikeye atmaktır çünkü. İrfansorunun kıvılcımıyla yanar: Tamburun tellerinde titreyen bir aşk gibi… Peki, kendini duymaktan korkan biri, başkasının yalanını nasıl ayırt edebilir?

İnsan, iki zırh arasında sıkışmıştır: Biri soruların keskin oklarından korur, diğeri cevapların ağırlığı altında ezilir. Sisifos’un İsyancısı, Camus“İntihar felsefenin tek ciddi problemi” derken, anlam arayışının yükünü anlatıyordu. Ama soru sormadan yaşamak, hayatı bir kabuk içinde geçirmektir: Kabuğun içi boş, dışı sert. Erdemli olmak ise kabuğu kırmak değil, içini doldurmaktır: Udun göğsüne vuran mızrap gibi, sesi derinlere işler.

Peki ya şiir? Âlemin aynası, Yunus Emre“Her neyi seversen imanın odur…” diyerek, bağlılığın hakikate değil, seçime dayandığını fısıldar. Rumi“Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” derken, suskunluğu değil, yeniyi aramayı öğütler. Tamburun perdesiz telleri gibi… Sınır tanımazakışa teslim olur. Çünkü sorunehre atılan taş gibidir: Sessizliği dalgalara böler.

Hiç soru sormazsanhiç yalan duymazsın… Evet. Ama gerçeği de duymazsın. Yıldızların nasıl yandığını, toprağın nefes alışını, kalbin hangi ritimde çarptığını… Sisli koridor, Kafka ise, “İçinde yaşadığın karanlığı ışığa çevirecek bir elçi bekleme” der. Soru, o elçidir. Bazen acıtır, bazen şaşırtır, ama uyandırırMeşkteki gibi: Tekrarsabırtevazu

Sonuçta, suskunluk bir mezarlık değil, tohum olabilir. Ama tohum, toprağa düşmezse, filizlenemez. Soru sormak, kendini toprağa atmaktır: Karanlıkta kök salmak, sonra ışığa uzanmak… Belki de yalansorulmamış soruların gölgesidir. Şamanlar bile ruhlarla konuşmak için davul çalar; sessizliği değil, ritmi kullanır. İrfanlı kalabilmekritmi duymak değil, ritmin içinde erimektir.

Kapıyı açmak mı, kapalı tutmak mı? Seçim senin. Ama şunu unutma: Açılmamış her kapıkeşfedilmemiş bir dünya demektir. Belki o dünyada yalan yoktur, ama gerçek de yoktur. Sadece senin yokluğun vardır. Gönül pîri, Yunus’un dediği gibi, “Her neyi seversen imanın odur…” Peki ya imanınsoru sormaya cesaret ederse? Belki de hakikatudun nahif sesinde, tanburun sonsuz titreyişinde… Suskunluğun bestesinde değil, sorunun meşkinde saklıdır.