Bir sabah vakti, hiç bilmediğiniz bir coğrafyanın ayazını iliklerinizde hissederek uyanıyorsunuz. Oysa pencerede güneş var, odanız sıcak. İçinizde belirsiz bir terk edilme korkusu, manasız bir kıtlık endişesi veya kaynağı meçhul bir öfke nöbeti... Ruhunuzun dehlizlerinde yankılanan bu sesin sahibi siz değilsiniz; peki ama kim? Modern bilim, irfanımızın asırlarca irsiyet ve tevarüs olarak bildiği o muazzam hakikati nihayet ikrar ediyor: Yaşadığınız acıların, kurduğunuz korku dolu cümlelerin ve hatta verdiğiniz fevri tepkilerin asıl müellifi siz olmayabilirsiniz. Bedenimiz, sadece kendi yaşadıklarımızın değil; atalarımızın yarım kalmış yaslarının, söylenmemiş sözlerinin ve işlenmemiş travmalarının da canlı kütüphanesidir.

Meseleye teopolitik bir dürbünle baktığımızda, karşımıza çıkan manzara ürkütücü olduğu kadar da düşündürücüdür. Bugün toplumumuzda şahit olduğumuz ani parlamalar, tahammülsüzlükler ve bir türlü dikiş tutmayan huzursuzluklar; acaba sadece bugünün siyasi veya iktisadi şartlarıyla izah edilebilir mi? Yoksa bizler; Balkanlar’dan Yemen’e, Seferberlik yıllarından darbeler dönemine kadar uzanan o çileli mazi tünelinde, dedelerimizin "kol kırılır yen içinde kalır" diyerek yuttuğu o devasa çığlıkları mı atıyoruz? İlim, travmatik deneyimlerin genetik işleyişi değiştirdiğini ve bunun nesiller boyu aktarıldığını kanıtlayarak, inancımızdaki babanın yediği ekşi koruğun oğlunun dişini kamaştırması metaforuna bilimsel bir şerh düşüyor. Ancak burada ince bir çizgi, bir sırat köprüsü var: Bu bir mahkumiyet midir, yoksa bir mesuliyet mi?

İşte tam bu noktada, Batı’nın determinist kader anlayışı ile bizim medeniyetimizin cüzi iradeye tanıdığı imkan ayrışır. Modern zamanların "Senin suçun değil, geçmişin yükü" diyerek insanı pasifize eden telkinlerine karşı; kadim hikmet bize "Bu yük sana tevarüs etti, evet; ama onu taşımak değil, dönüştürmek senin imtihanındır" der. Atalarımızdan bize sadece göz rengimiz veya boyumuz değil; göç yollarında yaşadıkları korkular, iflas ederken duydukları utançlar veya sevdiklerini kaybederken hissettikleri o derin keder de birer hücresel çeyiz olarak miras kalır. Ancak bu hücresel çeyiz, açılmamak üzere kilitli bir sandık değil; bilakis çözülmeyi bekleyen bir muammadır. Kader bize sunulan ipliklerse; irade, onlarla nasıl bir nakış dokuyacağımızdır. Belki de dedenizin çözemediği düğümü çözmek, bu kısır döngüyü kırmak üzere vazifelendirilmiş olan bizzat sizsiniz.

Bu hakikat sadece bireyler için değil, siyasi organizmalar için de geçerlidir. Bugünlerde ana muhalefet partisi CHP içinde patlak veren "konser harcamaları" ve "yolsuzluk iddiaları" tartışmalarına bir de bu gözle bakın. Eski Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, halefi Ekrem İmamoğlu’na yönelik sertleşen "hesap verilebilirlik" uyarısı, sadece politik bir manevra mıdır? Yoksa kurumsal genetiğe işlemiş, üzeri örtüldükçe büyüyen ve şeffaflıkla temizlenmediği sürece devralanı tökezletecek olan o "ödenmemiş faturaların" kaçınılmaz hatırlatılması mı? Bireylerin ve kurumların tarihinde "kapanmamış dosyalar" daima masaya geri döner. Şayet bu nesiller ve yönetimler arası aktarım fark edilmez ve "bu şaibe zinciri benimle bitecek" deme cesareti gösterilmezse, aynı "kırık plak" dönmeye devam edecektir.

Zira mazi, sanıldığı gibi takvim yapraklarında sararıp solan bir "eski zaman" değildir; o, henüz geçip gitmemiştir bile. Damarlarımızda dolaşan, parti binalarında yankılanan ve bizden bir "temizlik bileti" bekleyen ısrarcı bir misafirdir. Şimdi aynaya bakma ve şu soruyu sorma vaktidir: Sırtımda taşıdığım bu görünmez bavulun içinde ne var ve ben bunu nereye kadar taşıyacağım? Belki de en büyük özgürlük, geçmişe duyduğumuz sadakatin, onun hatalarını tekrar etmekte değil; o hataları şifalandırıp zinciri kırmakta saklı olduğunu anlamaktır. Çünkü kader gayrete aşıktır; şifa ise fark etmekle başlar.