Verdiği okuma aşkı görkemiyle yarışan, kadraja sığamayıp tavana kadar zarafetle yükselen kitaplıklar ve onlara özenle yerleştirilmiş kitaplarla dolu kütüphanelerin bulunduğu birkaç sinema karesi hatırlamaya çalışalım. Odayı alabildiğince aydınlatan ve harikulade bir manzaraya açılan geniş pencere, en az bir tane en rahatından tek kişilik koltuk, bir okuma masası da bulunsun…

Özet tasvirle andığımız ve kütüphane gördüğü anda okuma azmiyle dolanları kendinden geçiren bu manzara, tarihî (dönem, savaş) ve klasik uyarlama filmler seyretmekten hoşlananlar için son derece tanıdık. Ama bu filmler bizim sinemamıza dâhil değil elbette.

İç imrenilesi kütüphanelerle dolu filmler için, maharetli sanat yönetmenlerinin zenginleştirdiği, ticari kaygıyı umursamadığı belli olan, Batı’nın 80’ler ve 90’lar sinemasını gözden geçirmek yeterli olur. En yakın elli yıl öncesinden bahsediyor bile olsa döneme dair algıyı pekiştirmek için, replikler ve dekor kitap fonksiyonuyla desteklenir ve bizi en az bir kere kitap/kütüphane sahnesiyle buluşturur. Bu en dolaysız haliyle kişisel okumalara dair birkaç gönderme ya da evdeki kütüphane olur. Kapı tıklatmanın ya da bir seslenişin böldüğü okuma sahneleri, herhangi bir yazar, şair ya da eser için yapılan edebî sohbetler ve muhatabına yönelik göndermeler alışıldık kesitlerdir. Klasiklerden uyarlama dönem filmlerini izlemeyi sevenler bilirler; kitap ya da kütüphane olmasa o film eksik kalır. Hatta öylesi filmler tatsızdır.

Bir filmin, bir kitaptan ya da fotoğraftan kat kat fazla etki uyandırdığını hep birlikte tecrübe ediyoruz. Çağımızın “akıllara durgunluk veren” görüntü işgalinin meydana getirdiği o hızlı yayılımı, hiçbir iletim aracının sağlaması da mümkün değil. Fotoğrafın/kameranın icadı, hayatlarımızı bir daha eskisi gibi olmayacak biçimde değiştirdi. İnsanlık, kameranın ve ondan yansıyanların bağımlısı oldu âdeta.

Diğer taraftan sinemanın kitapla olan bağı inkâr edilemez. Literatür oluşturmaya yetecek kadar yazar ve araştırmacıları etkileyen, sinemacıları yazarlığa sevk eden bir alan. Uyarlama filmler, senaryolardan devşirme kitaplar, sinema üzerine tezler, teoriler, akımlar ve bunların analizleri, sinemanın kronolojik tarihi, sinema eleştirmenliği, sanat değerine dair tartışma eserleri, sinema-din ilişkisi; hem ilmî hem de edebî mecradan sürekli beslenen konular.

Bütün bunlara rağmen kendi sinemamızda kitap, yazar, kütüphane ya da en azından şaheserler üzerine neredeyse yok denecek kadar az film olması nasıl ve neyle açıklanabilir? Kitapla ilişkili olanların neredeyse tamamı, yakın siyasi tarihe dair filmler. O zaman, yazma ve okuma eyleminin direk siyasetle ilişkilendirildiği ve siyasî çalkantıların durulmadığı memleketimizde; okumanın ve yazmanın tarafgirlik ve suç beraberinde “algılandığı” sonucunu çıkarmakla ileri gitmiş olmayız.

İçinde kitap ve yazar olan filmlerimiz, neyse ki bir elin parmaklarına yaklaşabiliyor. Bunların arasında kitap dozu en yüksek olanlar, 11'e 10 Kala (2009) ve Kelebeğin Rüyası (2013). Ve son demde Hep 33 Yaşında (2024), kolektif şuurla kaynak eser oluşturma ve bir eserin hikâyesini aktarma noktasında ilk ve tek sinema filmimiz olma özelliğiyle önemli bir yerde.

Yabancı filmler üzerinden isimli-cisimli karşılaştırmaya girişmemekte fayda var. Çünkü kıyaslayacak kadar çok argüman bulunmuyor. Aslında herkesin en az bir kere muhatap olduğu“kitap sevgisi özellikle çocuklara aşılanmalı, İslâm’ın öngördüğü en önemli mevzulardan biri okumak” gibi söylemleri tekrarlamak da kâr etmiyor. Ecdadın kitaba, ilme verdiği değere ve günümüz basım-yayım enflasyonuna rağmen kitabı ve ilişkili her şeyi sinemada ya da televizyon dizilerinde yok saymanın nasıl mümkün olabildiğini sorgulamak ve buna çözüm üretmek şartı var.

Arz-talep ilişkisine dayalı yahut toplumu tümden kitaba yabancı kabul eden film sektörünü bu kıskaçtan kurtarabilir miyiz? Kelebeğin Rüyası’nın, en çok “ne/kim” için izlendiğini kendimize itiraf edebilir miyiz?En azından artık yayıncıların bile şiir kitabına mesafeli durduğu Türkiye’de şiir için olmadığına emin olabiliriz.

Çoğunlukla Batı sinemasında karşılaştığımız kitap/kütüphane fasılları yüzünden, geleneksel kitap süslemeciliğimizden bile haberi olmayan, süslemeli ciltlerin yalnızca Kur’ân-ı Kerim ile sınırlı olduğunu düşünen, Osmanlı Türkçesini “Kur’ânyazısı”yla karıştıran, kazara bir kitapçıya gittiğinde çok satan kitaplarımızın bile Amerikan tarzı sıvama cilt olmadığını görerek hayal kırıklığına uğrayan nesiller yetiştirmemiz şaşırtıcı olmaz.

Sinema, dizi sektöründen en az bir farkla ortaya konuyor: Hayata dair söylenmişlerin satır arasında yolculuk yapmanızı sağlıyor. Kimi zaman olan bitene dair alternatif üretmenizi, onlardan ders çıkarmanızı sağlıyor. Buradan bakıldığında hem arz-talep dengesini besleyen yaşam tarzımızda “kitapsız”lıkkol geziyor, hem de hayatımızdaki kitap ve okumaktan bahseden hikâyelerimiz çok az. Birkaç kitabı, iki satır şiir sohbetini, bir kitap kurdu ya da bir yazar portresini bize çok gören filmlerimizle, Batı sineması karşısındaki durumumuz, 11'e 10 Kala’daki Mithat Bey’in karşısındaki kitaptan/kütüphaneden bihaber kapıcı Ali’nin durumu gibi. Evet bunu söylemekle belki bir miktar ileri gittik. Ama film izlemeyi de ne çok seviyoruz, değil mi? Üstelik dijital platformaların boca ettiği bir sürü vasat yapıma rağmen…

Sinemanın algı yönetimine gelince; o, sinemaya bu kadar insaflı yaklaşmayacak başka bir yazının konusu…