Uluslararası ilişkiler dediğimiz o karmaşık ve dinamik alan, asırlardır devletlerin hükümran olduğu bir sahne olarak belleklerimize işlendi. Westphalia Düzeni ile perçinlenen bu devlet merkezli dünya görüşü, ulus-devletlerin kendi hudutları içinde sözümona mutlak egemen olduğu, küresel sistemi ise kendi aralarındaki güç savaşları ve kırılgan ittifaklarla biçimlendirdiği bir yanılsamaya dayanıyordu. Lakin, 20. yüzyılın son demlerinde esmeye başlayan ve 21. yüzyılda bir fırtınaya dönüşen sözde "küreselleşme" dalgası ve ardından gelen dijital teknolojinin baş döndürücü illüzyonu, bu köhne yapının temellerini yerinden oynattı. Devletin o sorgulanamaz kabul edilen iradesi ve mutlak egemenlik masalı, sahneye çıkan yeni, çoğu zaman kimlikleri ve ajandaları belirsiz aktörlerin pervasız meydan okumalarıyla sarsıldı. Bu, basit bir güç dağılımı değişikliğinin çok ötesinde, uluslararası sistemin ruhunda ve dokusunda derin bir yarılmaya, adeta bir bilinç krizine işaret ediyor. Artık oyunun kuralları küresel bir kumarhanede yeniden belirlenirken, oyuncu kadrosu da insanlığın geleceğiyle oynayan, çoğu zaman vicdandan yoksun figüranlarla dolup taşıyor. Bu satırların varlık sebebi, uluslararası arenanın bu yeni efendilerini ve onların küresel dengeler üzerindeki sinsi ve yıkıcı etkilerini, bir cerrah titizliğiyle ve insanlığın ortak vicdanı adına sorgulamaktır. Zira acı bir şekilde müşahede ettiğimiz üzere, dünya siyasetinin o kanlı satranç tahtası artık sadece birkaç devletin değil, sayısız yeni ve farklı hırslara sahip, çoğu zaman hiçbir ahlaki değere bağlı olmayan oyuncunun pervasız hamleleriyle şekillenmektedir.
Bu yeni aktörler arasında, kâr ve pazar fetişizmiyle hareket eden, devasa ekonomik güçleriyle devletleri diz çöktüren, lobi faaliyetleriyle yasaları eğip büken ulusötesi şirketler en ön safta yer alıyor. Küresel ciroları nice mazlum devletlerin toplam varlığını katbekat aşan bu modern çağın firavunları, sadece ekonomik kararlarıyla değil, aynı zamanda yatırım yaptıkları ülkelerin iç işlerini, emek piyasalarını, hatta doğanın talanını etkileyebilme cüretini gösteriyorlar. Susan Strange’in o meşhur "yapısal güç" kavramı, bu şirketlerin küresel üretim, finans ve en önemlisi bilgi yapılarını nasıl ele geçirerek, insanlığın geri kalanının hareket alanını nasıl daralttığını acı bir şekilde ortaya koyuyor. Onları, inovasyon ve mutlak veri kontrolü saplantısıyla dijital altyapıyı yöneten, kamuoyunu manipüle eden ve hatta siber casuslukla devletlerin mahremiyetine tecavüz eden teknoloji devleri takip ediyor. Adlarını burada tek tek zikrederek onlara daha fazla paye vermek istemediğim bu dijital diktatörler, milyarlarca insanın bilgiye erişimini, iletişimini ve en kötüsü özgür düşünce yetisini kontrol etme ve yönlendirme gücüne sahipler. Bir teknoloji baronunun tek bir tuşla bir ülkenin iletişimini kesebilmesi veya bir sosyal medya platformunun seçim sonuçlarını etkileyebilmesi, bu yeni dijital esaretin vahametini gözler önüne seriyor. Bu devler, "tekno-feodalizm" ve "platform egemenliği" gibi kavramlarla tanımlanan bir sömürü düzeni yaratarak, devlet otoritesini hiçe sayıyor ve insanlığı yeni bir tür Orta Çağ karanlığına sürüklüyorlar.
Sözde insan hakları, çevre koruma gibi ulvi ideallerle yola çıkan, ancak finans kaynakları ve gerçek ajandaları çoğu zaman meçhul olan bazı sivil toplum kuruluşları (STK'lar) da, dijital platformların manipülatif gücünü kullanarak küresel bir algı operasyonunun parçası haline gelebiliyor. Elbette ki içlerinde samimi ve insanlık adına değerli işler yapanlar vardır; ancak özellikle küresel ölçekte faaliyet gösteren ve devasa bütçeleri yöneten bazı STK'ların, Castells’in "ağa bağlı güç" ve "ağ kurma gücü" dediği mekanizmaları kullanarak, belirli emperyalist merkezlerin veya çıkar gruplarının sözcülüğünü yaptığına dair ciddi şüpheler bulunmaktadır. Geleneksel uluslararası örgütler (BM, DTÖ, DSÖ) ise, büyük güçlerin oyuncağı haline gelmiş, meşruiyet ve etkinlik krizleriyle can çekişiyor; adaletsiz yapıları ve hantal işleyişleriyle insanlığın ortak sorunlarına derman olmaktan fersah fersah uzaklar. Şehirler ve bölgeler gibi devlet altı birimler de "paradiplomasi" adı altında küresel sermayenin ve çıkar odaklarının yeni oyun alanlarına dönüşürken, etkili bireyler sözde hayırsever efsane zenginler, geleceği tasarladığını iddia eden teknoloji guruları, fonlarla beslenen küresel aktivistler sahip oldukları devasa servetler ve medya gücüyle küresel gündemi manipüle edebiliyorlar. Ancak bu güçlerini hangi karanlık odaklardan aldıkları ve kime hizmet ettikleri sorusu, çoğu zaman cevapsız kalıyor.
Bu yeni aktörlerin ve onların temsil ettiği adaletsiz düzenin yükselişinin ardındaki itici güçler arasında, sınırları ve kimlikleri eriten, yerel kültürleri yok eden ve insanı metalaştıran vahşi küreselleşme başı çekiyor. Teknolojik yenilikler ve dijitalleşme ise, maalesef insanlığın ortak yararına değil, daha çok bu yeni efendilerin kontrol ve gözetim mekanizmalarını güçlendirmek için kullanılıyor. Ekonomik güç kaymaları ve geleneksel Batılı merkezlerin yaşadığı ahlaki ve entelektüel çöküş, yeni sömürgeci güçlerin ve onlarla işbirliği yapan devlet dışı aktörlerin iştahını kabartıyor. Son olarak, devletlerin ve uluslararası örgütlerin adaleti tesis etme, eşitsizlikleri giderme ve insan onurunu koruma konusundaki kasıtlı ya da kasıtsız yetersizlikleri, bu yeni güç odaklarına meşruiyet devşirme fırsatı sunuyor.
Bu değişimler, mevcut uluslararası güç dengelerini, daha doğrusu dengesizliklerini daha da derinleştiriyor. Büyük güç rekabeti artık sadece askeri alanda değil, insan zihnini kontrol etme, veriyi metalaştırma ve siber kölelik düzeni kurma gibi yeni ve alçakça sahalarda da yaşanıyor. "Siber sömürgecilik" ve "veri diktatörlüğü" gibi kavramlar bu yeni zulüm düzenini tanımlıyor. Devlet egemenliği kavramı ise, bu yeni efendilerin operasyonları karşısında bir paçavraya dönüşüyor. Krasner’ın işaret ettiği gibi, egemenliğin özellikle iç ve karşılıklı bağımlılık veçheleri, bu küresel çetelerin saldırıları altında can çekişiyor. Devletler, kendi vatandaşlarını bu dijital ve ekonomik saldırılara karşı korumakta aciz kalırken, egemenlik bir avuç küresel elitin insafına terk edilmiş bir olguya dönüşüyor. Bu durum, uluslararası hukuku bir aldatmacaya, diplomatik pratikleri ise bir tiyatroya dönüştürüyor. Özellikle yapay zeka gibi insanlığın geleceğini kökten etkileyebilecek teknolojilerin yönetişimi, tamamen bu teknolojileri üreten ve kontrol eden şirketlerin ve onların arkasındaki karanlık odakların insafına bırakılmış durumda. Stanford HAI 2025 AI Index Raporu bu alandaki baş döndürücü ve kontrolsüz gelişmeleri ortaya koyarken, GIGA Hamburg’un 2025 Paris AI Zirvesi analizleri, devletlerin küresel bir bilinçle hareket etmek yerine, kendi bencil "AI egemenliklerini" tesis etme yarışına girdiğini gösteriyor.
Tüm bu küresel girdaplar, aziz milletimizin ve devletimizin bekasını, ruhsal ve toplumsal sağlığını derinden tehdit ediyor. Türkiye, bir yandan bu adaletsiz küresel düzende onurlu bir duruş sergileme ve kendi bağımsız yolunu çizme potansiyeline sahipken, diğer yandan da yeni sömürgecilik biçimlerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin hedefinde. Teknoloji devlerinin veri operasyonları, siber egemenliğimiz ve milli güvenliğimiz için açık bir tehdit oluşturuyor. Türkiye'nin 2025'te yürürlüğe giren Siber Güvenlik Kanunu ve Türk Siber Güvenlik Başkanlığı gibi kurumlarla Ulusal Siber Güvenlik Stratejisi, bu tehditlere karşı bir savunma hattı oluşturma çabası olarak değerlidir; ancak bu savaş sadece teknik değil, aynı zamanda bir bilinç ve irade savaşıdır. Bölgesel krizlerde devlet dışı silahlı terör örgütleri ve onların uluslararası destekçileri, ülkemizin güvenliğini ve bütünlüğünü hedef alıyor. Avrupa Parlamentosu'nun ülkemizin BRICS+ ve ŞİÖ gibi alternatif platformlara yönelmesinden duyduğu sözde "endişe", aslında Türkiye'nin bağımsız duruşundan ve Batı hegemonyasına başkaldırısından duyulan rahatsızlığın bir ifadesidir. Milli şuurla bezenmiş, tam bağımsızlıkçı, adalet ve hakkaniyet temelinde yükselen, mazlumların sesi olan ve küresel sömürü düzenine meydan okuyan bir dış politika, bu karanlık çağda Türkiye’nin yegane kurtuluş reçetesidir.
Sonuç olarak, uluslararası ilişkilerde insanlığın topyekûn bir bilinç sıçraması yaşaması gereken, aksi takdirde küresel bir kölelik düzenine doğru sürükleneceğimiz kritik bir eşikteyiz. Bu baş döndürücü ve çoğu zaman yanıltıcı değişimleri doğru okumak, tuzakları fark etmek ve insanlığın ortak vicdanını harekete geçirmek, sadece devlet adamlarının değil, her bir ferdin üzerine düşen tarihi bir sorumluluktur. Milli ve manevi değerlerimize sarılarak, eleştirel düşünme yeteneğimizi bileyerek ve küresel sömürü düzeninin sahiplerine karşı uyanık olarak, daha adil, daha özgür ve daha insanca bir dünyanın mümkün olduğuna dair umudumuzu diri tutmalıyız. Zira Münih Güvenlik Raporu 2025’in işaret ettiği “çoklu kutuplaşma” ve Dünya Ekonomik Forumu’nun 2025 raporunda altı çizilen küresel finans sistemindeki "parçalanma" gibi olgular, mevcut adaletsiz sistemin çatırdadığını, ancak yerine neyin geleceğinin belirsiz olduğunu gösteriyor. Bu belirsizlik, aynı zamanda yeni ve adil bir düzen kurmak için bir fırsat da barındırabilir; yeter ki insanlık, bu yeni efendilerin illüzyonlarına kanmasın ve kendi kaderini kendi ellerine alma cesaretini göstersin. Bu, sadece bir güç mücadelesi değil, bir medeniyet ve varoluş mücadelesidir.