Mevsim kış. Kapalı mekânların koruması altında vakit geçirme fikrinin kitabı anımsatan, okuma isteğini kışkırtan bir tarafı var. Sokaklar nispeten daha sessiz oluyor soğuk günlerde. Arkadaşlarla bir yerde toplanıp sohbet edelim, biraz gezelim demediğiniz her an, kitap size daha fazla yaklaşıyor. Tabii siz de ona yaklaşmaya hevesliyseniz.
Mevsim kış. Kapalı mekânların koruması altında vakit geçirme
fikrinin kitabı anımsatan, okuma isteğini kışkırtan bir tarafı var. Sokaklar
nispeten daha sessiz oluyor soğuk günlerde. Arkadaşlarla bir yerde toplanıp
sohbet edelim, biraz gezelim demediğiniz her an, kitap size daha fazla
yaklaşıyor. Tabii siz de ona yaklaşmaya hevesliyseniz.
Nitekim büyük şehirlerde hayat dur durak bilmiyor. Gün
içinde sessizlik, sükûnet ve “daha az” kalabalık manzaralar, birer hayal
yalnızca. Kaçacak en sessiz yer, en iyi ihtimalle eviniz olabiliyor.
Ev, tartışmasız her vakit güzeldir. Fazla
zenginleştiremeseniz de ihtiyaca cevap verecek kadar kitapla dolu bir kütüphaneyle
daha da güzelleşir. Zira okuma oburluğunu doyuracak türden bir kütüphane,
günümüzde ortalama bir evin harcı olamıyor maalesef. Ama bilhassa
büyükşehirlerde yaşayanların semtlerinde dahi kayda değer kitap birikiminin
bulmasının mümkün olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Daha küçük birçok şehrin
mahalle ve köylerinde bile ödünç kitap alınabilecek merkezler var. O zaman en
yakındaki semt/ilçe/şehir kütüphanesi, sağlam bir kitap oburu için en doğru
hedef oluyor.
Gelin görün ki memleketin ortalama bir “okuru” bile,
kütüphaneye gitmek için “adamakıllı” bir sebebi olması gerektiğini düşünüyor. Bu
“adamakıllı” sebepleri sıralamak istersek; ortaöğretim ve üniversite sınavları
ile KPSS, ALES vb. sınavlara çalışmak başı çekiyor. Sonrasında ise genelde “tez
yazanlar” geliyor. Bundan sonrakiler de tahmin edebileceğiniz gibi, akademik
çalışmalar yapanlar, eşine az rastlanır araştırmacılar, eseri için kaynak
tarayan yazarlar oluyor.
İşin tuhaf tarafı, her gün “adamakıllı” sebepleri olanların
gelip gitmesine alışan kütüphane personeli için -yine alışkanlıktan olacak-
yalnızca “okuyucu” olmak fazla bir anlam taşımıyor. Okurluğun yanında,
öğrenci-akademisyen-araştırmacı değilseniz, belki bir sanatçı veya yazar
olmalısınız ki, bunun da gereksiz şüphe uyandıran bir yanı var. “Yalnızca
okumak için geldim” derseniz de, önemli arşivleri olan akademik kütüphanelerden
çevrileceğiniz muhakkak. Üniversite kütüphanelerine adım dahi atamazsınız.
Çünkü orada olmanız, birilerinin “masa hakkı”nı gasp etmiş olduğunuz anlamına
geliyor. Ama her hâlükârda ısrar etmekte ve kütüphanelerde “bağımsız okuyucu”
kimliğinin varlık göstermesinde fayda var.
Yukarıda yazdıklarım, vaktiyle kütüphane raflarını dolduran paramparça,
kurt yenikli sayfaların tozlarını soluyanlara beyhude gelecektir elbet. Çünkü
bırakın okuma meraklılarını, vaktiyle “adamakıllı” işleri olanların bile sabrını
zorlayan kötü fiziki şartların ve huysuz/tembel kütüphanecilerin varlığını
bilir ve duyarız.
Zamanımızın en önemli araştırıcılarından olan edebiyat
profesörü İnci Enginün bir söyleşisinde geçmişte kütüphanelerde yaşadığı
sıkıntılardan söz ederken, “Binalar o kadar soğuktu ki, şimdi bile o soğukluğu
hissediyorum. Mekân iyi aydınlatılamazdı. Her taraf toz içindeydi. (…)
Saygısız, kaba görevliler az sayıda da olsa vardı. Elimizi yıkayacak temiz bir
lavabo bulamazdık.” diyor. Artık tedavülden kalkan o kütüphaneler, şimdiki
şartlardan çok uzak, soğuk, tozlu, bilinçsiz görevlilere teslim edilmiş alanlar
olmasına rağmen, Engünün’ü kitaptan koparamamış, ideallerinden vazgeçirememiş:
“…kütüphaneler ve müzeler benim en sevdiğim mekânlardır. Oralarda kendimi
şimdiye kadar hiç yabancı hissetmedim. Hiç bilmediğim kişiler, yerler ve
zamanlarla orada tanıştım. Kütüphanelerde o kadar uzun saatler geçirdim ki
şimdi geriye dönüp bakınca sanki kütüphaneler dışında hiçbir yerde bulunmamışım
gibi geliyor.” (Kolektif, Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul
Tarihi, İBB Kültür A.Ş. ve İSAM ortak yayını, İstanbul 2015.)
Ama Engünün’ün idealist tutumu herkeste olmadığından,
muhtemelen birçok genç araştırmacıyı geri çevirmiştir o süreç. Şimdi ise
kütüphane standartlarını zorlayan beklentiler söz konusu ve ülkemizde
kütüphanecilik konusunda atılan adımlar ve duyarlılık görmezden gelinmemeli.
Belki basından ya da televizyonlardan gözünüze kulağınıza
ilişmiş “habercikler”den biliyorsunuzdur; son yıllarda kütüphaneler konusunda en
önemli adım, merkezî kütüphanelerin mesai saatlerindeki artışlardı. Devlet
kütüphanelerinin çalışma saatleri bir tık ileri alınıp akşam 7’ye sabitlendi.
Yazma eser ve arşiv yönünden Türkiye’nin en zengin
kütüphanelerinden olan Taksim’deki Atatürk Kitaplığı, “sabaha kadar açık”
müjdesini veren ilk merkez kütüphane oldu. 2014 başlarında yirmi dört saat
boyunca okuyup çalışabileceğiniz bir mekâna dönüştü. Kütüphaneler konusunda
öncü çabalarıyla dikkat çeken İBB Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü Yöneticisi
ve Atatürk Kitaplığı Müdürü Ramazan Minder’e sunduğu bu eşsiz imkân için ne
kadar teşekkür etsek az. Bu gelişmeye bazı üniversiteler de eşlik etti ve en
çok bu karara, sınavlara ev ya da yurt ortamında çalışmakta zorlanan öğrenciler
sevindi.
Belediyeler, kültürümüzün önde gelen şahsiyetlerinin adını
taşıyan butik kütüphaneleri bir bir kültür hayatına kazandırdı ve kazandırmaya
devam ediyor. Bu kütüphanelerin temelini, çoğunlukla adı verilen kişinin şahsi
kütüphane arşivi oluşturuyor ve o arşiv etrafında geliştiriliyor. Kültür
Bakanlığı her yıl belli bir yekun kitap alımı yaparak kütüphaneleri güncel ve
klasik literatürle beslemeye gayret ediyor.
Hâlihazırda birçok STK, ihtiyaç sahiplerine gıda ve giysi
yardımlarını organize etmenin yanında kitap ihtiyacına da cevap vermeye
çalışıyor ve özellikle gözlerden uzak köy okullarına kütüphaneler kurmaya
gayret ediyor. Bu durum, kültür kuruluşlarının da amacını aşan, özel bir gayret
olarak kendini gösterirken 15 Temmuz sonrasında kitap sahasında yürütülen
mecburi ayıklamalardan doğan boşlukların giderilmesi için de önemli hâle
geliyor. Böylesi organizasyonlara destek vermenin anlamı, belki şimdi değil ama
ileriki yıllarda daha iyi anlaşılacak.
Zira kitap ölmeyen, modası geçmeyen bir iletişim aracı. Ve
okumak, hayattaki en önemli işlerden biri. Hem ciddi hem de zaruri bir iş. Onun
için kimliğinizde ne yazarsa yazsın, titriniz ne olursa olsun “yalnızca
okuyucu” olarak ve “sivil merakı” tatmin için arada bir de olsa kütüphanelere
gitmeye gayret etmek, yeni nesil kütüphane görevlilerini “yalnızca okumak”
fikrine alıştırmak açısından özel, önemli ve değerli bir eylemdir.