“Biz artık Garplıyız!” Yâni “Frenk!” Binâenaleyh her şeyde Müslümanlık ve Türklükle zıdlaşacak ve hafta sonu tâtilimizde dahi onlara uyacağız… Böylece Müslümanların Cumâ tâtilini kaldıracak, Hıristiyanların Pazar ve Yahûdilerin Cumartesi tâtilini benimsiyeceğiz… Biz İhtilâlciyiz… Biz halka uymayız… Bilakis, biz ne yapsak, bu koyun sürüsü, bize uyar…
***

“Şüphe mi ediyorsunuz? […] [Târihimiz boyunca] vücûdlarımız Şark’ta ise, fikirlerimiz Garb’e doğru müteveccih kalmıştır.
“Memleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün mesâîmiz, Türkiye’de asrî, binâenaleyh garbî bir hük̃ûmet vücûde getirmektir. Medeniyete girmek arzû edip de, Garb’e teveccüh etmemiş millet hangisidir?” (Mustafa Kemâl’in 29 Ekim 1923’te Fransız muharriri Maurice Pernot’ya mülâkatından; Tanîn, 11 Şubat 1924; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yl., 2006, III/90-91)

“…İnkılâba kavuştuğumuz gün, […] hayatımızdan örtüleri kaldırdık, şeklimizi garabetten kurtardık, insanlığımızın samimî ve öz güzelliğini, benliğini duyduk. Ruhumuz hastalıktan, zevkimiz, zekâmız seciyesizlikten kurtuldu. Dünyanın medenî insanları arasına zevkle, zekâ ile, mana ve benlikle karışmamız, hayatımızı değiştirdi, varlığımızı tanıttı.” (10. senede Kemalizmin resmî propaganda kitabı: Mediha Muzaffer, İnkılâbın Ruhu, İstanbul: Maarif Vekâleti Neşr., 1933, ss. 61-62, resim, s. 63)
***
Frenk şapkası giymek, hattâ insan olmanın elzem şartı!
-Têlîfi olan Tarih IV’teki (1934: 234) kendi tâbiriyle- “Büyük Rehber”, Frenk kıyâfetine bürünmenin “adam olmanın” elzem şartı olduğunu ise, 30 Ağustos 1925’te, Kastamonu CHP Binâsında îrâd ettiği ve yine “Zeus” edâsıyle Millete emirler yağdırdığı nutkunda beyân etmişti:
“Devlet mêmurları, bütün milletin kıyâfetlerini tashîh edecektir. Fen, sıhhat nokta-i nazarından amelî olmak îtibâriyle, her nokta-i nazardan tecrübe edilmiş medenî kıyâfet iktisâ ed(il)ecekdir. Bunda tereddüde mahal̃ yoktur. Asırlarca devâm eden gafletin acı derslerini tekrârlamağa tâkat̃ yoktur. Bir adam olduğumuzu, medenî insan olduğumuzu isbât ve izhâr için îcâb edeni yapmakta taannüd, adamlıkla kâbil-i têlîf değildir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yl., 2006, II/220-222; Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eyl̃ûl̃ 1925)
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Ankara’daki 2. Kongresi’nde, 15 ilâ 20 Ekim 1927’de îrâd ettiği Nutk’unda da aynı iddiâsını tekrâr ediyor ve (halkın Devlet tedhîşiyle sindirilmesini sağlıyan) “Takrîr-i Sük̃ûn” Kânûnunun Şapka İnk̆ilâbının gerçekleştirilmesinde “sühûletbahş” (kolaylaştırıcı) bir têsîri olduğu vâkıasına dikkat çekiyordu. Mustafa Kemâl’in bu vesîleyle “sühûletbahş” tâbirini kullanması, Şapka İnk̆ilâbının çok daha fazla kan dökerek tahakkuk ettirileceğini hesâbladıklarına ve bu ihtimâli de göze aldıklarına bir işâret olsa gerekdir…
“Efendiler, milletimizin başından, cehil, gaflet ve taassubun ve terak̆k̆î ve temeddün düşmanlığının al̃âmet-i fârikası gibi telak̆k̆î olunan fesi atarak onun yerine bütün medenî âlemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve bu sûretle, Türk milletinin, medenî hayât-ı ictimâiyeden zihniyet îtibâriyle de hiçbir farkı olmadığını göstermek bir lâzıme idi. Bunu Takrîr-i Sükûn Kânûnu cârî olduğu zamanda yaptık. Bu kânûn cârî olmasaydı, yine yapacaktık. Fakat, bunda, kânûnun mer'iyeti de sühûletbahş oldu denirse, bu, çok doğrudur. Filhak̆îka, Takrîr-i Sük̃ûn Kânûnu'nun mer'iyeti, bâzı mürtecilerin, milleti vâsi mik̆yâsda tesmîm etmesine [zehirlemesine] meydan bırakmamıştır.” (Kemal Atatürk, Nutuk; cild II: 1920-1927, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul: Millî Eğitim Bak. Yl., 1981, s. 895)
(Milleti Frenkleştirmekden ibâret) “Kemalist İnk̆ilâbı ebedîleştirmek için kan dökmek lâzımdır!”
Zâten, “Mutlak Şef”, hepsi aynı mânâya gelen “muâsırlaşma”, asrîleşme”, “Garblileşme”, “Avrupalılaşma”, velhâsıl “Frenkleşme” uğrunda kan dökmekden, “kurban vermekden çekinmiyeceğini” de, yine 28 Ağustos 1925 İnebolu Nutku’nda, peşînen îlân etmişti:
“Arkadaşlar, sûret-i mütehak̆k̆ikada telaffuz ediyorum. Korkmayınız; bu gidiş zarûrîdir! Bu zarûret bizi yüksek ve mühim bir netîceye îsâl̃ ediyor. İsterseniz bildireyim ki bu kadar yüksek ve mühim bir netîceye vusûl̃ için lâzım gelirse, bâzı kurbanlar da verelim! Bunun ehemmiyeti yoktur!”
İnebolu’dan tekrâr Kastamonu’ya avdetinde de (29-30 Ağustos 1925), bir kerre daha, hiçbir îtirâza tahammülü olmıyan bir “Totaliter Şef” edâsıyle, kestirip atıyor, fikrini bütün Millete dayatıyor, tehdîd ediyor, halkı dehşet içinde bırakıyordu:
“Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cümhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mana ve eşkâlile medenî bir içtimaî heyet haline isal etmektir. İnkılâbımızın umdei asliyesi budur. Bu hakikati kabul edemiyen zihniyetleri tarumar etmek zarurîdir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihniyetlerde mevcut hurafeler kâmilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça, dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkânsızdır.” (Kendi têlîfi olan Tarih IV, İstanbul: Maarif Vekâleti Neşriyâtı, 1934, s. 239)

(Cumhuriyet, 17 Eyl̃ûl̃ 1928, s. 1)
“Gâzi hazretleri dün (Samsun)i şereflendirdiler… Sinob ve Samsun'da bulunan muhâbirlerimizden Büyük Gâzîmizin seyâhatleri etrâfında dün aldığımız mufassal telgrafnâmeler… ‘Sarık ve cüppe ile müvaffak olmanın imkhanı yok-tır. Artık medeni bir millet olduğumızı cihana ispat ettik.’ ” (Bu vesîkayı, kadîm dostumuz, kıymetli araştırmacı-muharrir, Ali Şükrü Bey - Emperyalizme Karşı Bir Hürriyet Kahramanı, Trabzon Fetih Yıllığı, Millî Mücadelede Hilâl-i Ahmer - TBMM'nin Teşkilinden Sakarya Zaferine Kadar İcraat Raporu, Hicranlı Yıllarında Büyükliman gibi eserlerin ve birçok araştırma makâlesinin müellifi İsmâil Hacıfettahoğlu’na -Trabzon, Vakfıkebir, Rıdvanlı köyü, 14.1.1952- medyûnuz. Allâh, feyzini arttırsın ve bizi de ondan müstefid kılsın! -20.9.2025-)
***
Yine ona nazaran, “Kan ile yapılan ink̆ilâblar daha muhkem olur; kansız ink̆ilâb ebedîleştirilemez” idi. (22 Kânûn-u Sânî -Ocak- 1923’te, Bursa’da Şark Sineması’nda, halka hitâbesinden, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yl., 2006, II/72-73; İzmir Yollarında, ss. 43-44)
Demek ki daha Şapka Kânûnu vaz’edilmeden başlıyan ve sonrasında da bütün dehşetiyle devâm eden Şapka Mezâlimi, pervâsızca, evvelden pl̃anlanmıştı. Şalcı Şöhret Bacı’nın ve daha onlarca Müslümanın, sırf zorla şapka giydirilmesine îtirâz ettikleri için îdâmı, yüzlerce Müslümanın zindânlara atılması, ezîyet görmesi, ayrıca pek çok Müslümanın şu veyâ bu şekilde “Şapka İnk̃ilâbı” yüzünden maddî-mânevî zarâra uğramasıyle tezâhür eden Kemalist Şapka Mezâlimi, Totaliter Rejim tarafından gâyet şuûrlu, pl̃anlı şekilde icrâ edilmiştir; öyleyse esâs mes’ûliyeti, vebâli de evvel emirde ona âiddir…
Mustafa Kemâl’e nazaran, “Sarık ve cübbe ile muvaffak olmanın imk̃ânı yoktur!”
Dîğer taraftan, İlmî Zihniyetle, Müsbet İlimlerle iştigâl̃ etmekle, “medenî”, dahası “adam olmakla” Frenk kiyâfetinin ne al̃âkası vardır? Avrupa’da, Müsbet İlimler, 17. asırdan îtibâren inkişâf etmiye başlamıştır. 17., 18. asırdaki Avrupalılar, 20. asırdakiler gibi mi giyiniyorlardı? O zamânki kıyâfetleri onları “ilim yapmaktan” alıkoymuyordu da, biz Müslümanlar bahis mevzûu olunca mı târihî, millî kıyâfetlerimiz bir engel teşkîl ediyor? Hak̆îkaten, kıyâfetle İlmî Zihniyet, Müsbet İlimler, ilim adamı olmak arasında bir münâsebet olduğunu iddiâ edebilmek için, bunların esâsına hiç nüfûz etmemiş olmak lâzımdır!
Üstelik, Müsbet (Tecrübî) İlim Zihniyet ve Usûlü de, birçok müsbet ilim de, İslâm Medeniyetinin sînesinde ve Kur’ân-ı Hakîm üzerinde derinlemesine, sorgulayıcı, kılı kırk yaran, kısaca felsefî mâhiyette bir tefekkürün netîcesi olarak doğmuş, müteâk̆iben, asırlar süren bir vetîreyle, Avrupa tarafından ik̆tibâs edilmiş, zamânla çok daha ileri bir seviyeye ulaştırılmışlardır…
Şu söze hayret edilmez mi:
“Sarık ve cüppe ile müvaffak olmanın imkhanı yok-tır. Artık medeni bir millet olduğumızı cihana ispat ettik.” (“Büyük Şef”in Samsun’daki beyânâtından; Cumhûriyet, 17.9.1928, s. 1)
Benzeri bir iddiânın, “Büyük Şef”ini kendine mâbûd edinmiş Farmason şâir, muharrir ve siyâsetci Fazıl Ahmet Aykaç tarafından da ifâde edildiğini görüyoruz:
“Arkadaşlar; Şeyhülislâm Efendinin çakşırı veya cübbesiyle laboratuvarda, bakteriyolojihanede çalışılamaz. Bizim yolumuz fetvahaneye değil kimyahaneye, bakteriyolojihaneye doğrudur.” (Fazıl Ahmet, bu sözleri, sunulan teblîğlerin tamâmının Mustafa Kemâl’in sansüründen geçtiği 1932 Türk Dili Birinci Kurultayı’nda sarfetmiştir; Türk Dili Birinci Kurultayı; Tezler, Müzakere Zabıtları, 1932, İstanbul: TC Maarif Vekâleti, Devlet Matbaası, s. 296)