Bazen bir toplumun fertleri kendi içine dönüp şu soruyu sormak zorunda kalır: Biz ne ara bu hale geldik? Ne ara vicdanımızı, merhametimizi, insanlık değerlerimizi böylesine hoyratça yitirdik? Bu soruları tetikleyen, iç sızlatan ve aynı zamanda ürperten haberlerin giderek çoğalması. Artık insanların duyup işittikleri sorunların kendi kapılarına dayanması da bu sorgulamayı derinleştiriyor.
Son yıllarda tanık olduklarımız, her biri ayrı ayrı bakıldığında münferit gibi görünse de aslında bütünün parçası; daha büyük bir çürümüşlüğün fotoğrafı… Eğer bu fotoğrafı görmezden gelirsek, toplum olarak belki de telafisi en güç yanlışı yapmış olacağız.
Yeni doğmuş bebekleri, anlaşmalı özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakım ünitelerine sevk ederek SGK üzerinden haksız kazanç elde etmeye çalışan sözde sağlıkçıların varlığını konuşur hâle geldik bu ülkede. Olay sadece maddi bir yolsuzluk değildi; bu vicdan yoksunu çete, ihmâl, yanlış ya da kasıtlı tıbbi uygulamalarla onlarca bebeğin sakat kalmasına veya hayatını kaybetmesine yol açmıştı.
Anne ve babalarının bakımını üstlenmekten kaçınan, mirasa daha erken konmak için tuzaklar kuran; şu hayatta en kıymetli olması gereken insanları ölüme sürükleyen evlatlarla ilgili haberler de karşımıza çıkmaya başlamıştı. Eşine yüksek primli hayat sigortası yaptırıp ardından bir “kaza” süsüyle kayalıklardan itenlerin hikâyeleri ise insanın içini daha da burkuyordu.
Milyon dolarlık vurgunlara karışmış yöneticiler, devletin emanet odalarındaki kıymetli madenleri gasp edip ortadan kaybolan memurlar… Artık böyle haberleri görmek de olağanlaşmış gibiydi.
Öte yandan, yıllık milyonlarca Euro kazanmalarına rağmen bir türlü doymayan, tatmin olmayıp kumara, günaha savrulan futbolcular, hakemler ve spor yöneticileri de ciddi sarsıntılar oluşturdu. Oynanan bahisler, skoru ve sonuçları doğrudan etkilemeye başladığında ise izlenen hiçbir müsabakanın temiz olmadığı düşüncesi kaçınılmaz hâle geliyordu. Dar gelirinden artırdığı parayla stadyumları dolduran milyonların tepki ortaya koyması ve tribünleri boş bırakması gerekliydi.
Oynanan bahislerin, -o nasıl oluyorsa- yasalını meşru görüp yasal olmayanına karşı çıkan bir bakış ektiğini biçmekteydi. Her yasal olan helal değildi ki; yasal olup haram olan, günah olan birçok kural, kanun ve uygulama vardı. Ahlaki ve dini ölçülere aykırı birçok kural ve uygulama yasalarla korunurken, bu yaklaşımın toplumsal sonuçlarının ağırlaşması da kaçınılmaz hâle geliyordu.
Bu bataklığa sürüklenenler artık sadece milyoner sporcular değildi. Telefonundan birkaç tıklamayla ya da köşedeki bayi aracılığıyla bahis oynayabilen çocuklar ve gençler yeni bir hastalığa yakalanmış durumdaydı. Kaybettiklerini geri kazanma hırsıyla defalarca oynayıp yuvasını dağıtan, sonunda intiharı tek çıkış yolu gibi gören aile fertlerinin dramları da toplumun önüne düşüyordu; insan, bahis bataklığının kişiyi nasıl adım adım yuttuğunu ibretle izliyordu.
Şöhret, para, statü… Hepsine sahip gibi görünseler de içlerindeki boşluğu dolduramayan sanatçılar, gazeteciler ve sosyal medya figürleri de bu tabloya eklenmişti. Toplum önünde rol modelmiş gibi sunulan, görülen bu isimlerin uyuşturucuya yönelişi, tatminsizliğin nasıl karanlık bir girdaba dönüştüğünü yüzlere çarpıyordu.
Bir diğer ürpertici manzara ise ortaokul ve lise çağındaki gençlerden geliyordu. Kıskançlık, hoşlanma veya sevgili meseleleri yüzünden gruplaşıp birbirlerini öldüresiye döven kız çocukları, meşhur ismiyle akran zorbalığı… Silah ve şiddeti yücelten dizilerin ve sosyal medya paylaşımlarının gençlerin hayal dünyasını kuşatması ve bunun sonucunda mahallelerde çeteleşmenin tırmanmaya başlaması da toplumun geleceği adına alarm vermekteydi.
Sosyal medyanın baş döndüren parıltısı zihinlere yeni bir gerçeklik sundu. Artık emek değil, gösteriş; başarı değil, etkileşim; ahlak değil, popülerlik değerli hale geldi. Sonuç odaklılık, sürecin bütün ahlaki boyutlarını görünmez kıldı.
Vicdanın değersizleştiği, merhametin zayıfladığı yerde geriye ne kalır? Toplum, duyarsızlık çöplüğüne dönüşür. Hiçbir hukuk, hiçbir yasa, hiçbir güvenlik önlemi bu tür çöküşleri durduramaz. Çünkü mesele hukuktan önce bir inanç ve ahlak meselesidir. Ve ahlak kaybedilirse, geriye kalan her şey çöker.
Toplumsal vicdanın onarılması, merhametin yeniden kökleşmesi, eğitimin yalnızca bilgiyi değil ahlakı da öğretmesi, ailelerin çocuklarına yeniden değer aktarabilmesi… Şimdi yapılması gereken şey, bu çürümeyi “kader” gibi görmek değil, nereden kırıldığımızı anlamak olmalı.