Özel hayatımız, ne kadar bize has ve ne kadar özel? Bu kadar şeffaflık bizim için fazla değil mi? Kişisel bilgilerimiz, aile içi iletişimlerimiz, sosyal medya kanalıyla ruhumuzu ele verişlerimiz kendi hayatımıza dair gizemi yok etmemize neden olmuyor mu?
Cep telefonumuza gelen reklamlar bizi hayrete düşürüyor. Bazen arama motorlarında aradığımız kelimelerle ilgili bazen de arkadaş ortamında konuştuğumuz konularla ilgili reklamların bir şekilde karşımıza çıkmasını anlamlandırırken izahta zorlandığımız konu düşündüğümüz şeylerin bile reklam olarak karşımıza çıkıyor olmasıdır. Birçoğumuz bu konuya muhatap olmuşuzdur.
Akıllı telefonlar hayatımıza girdiğinden beri “big data” dediğimiz büyük veri toplayıcı hepimiz ile ilgili zamansal verileri toplayıp işliyor. Bizim için çok basit gibi görünse de yapay zekâ ile verileri işleyip hakkımızda yıllık, mevsimlik, aylık, haftalık, günlük hatta saatlik analizler yapıyor olması muhtemeldir.
Bu verileri işlemek için dün sadece akıllı telefonlar varken bugün televizyondan tutun da elektrikli süpürgeye kadar evimizde internete bağlanarak kullandığımız eşyaların hepsi bir veri toplayıcı vazifesi görüyor. Bindiğimiz araçlardan sözüm ona güvenliğimiz için 7/24 bizi gözetleyen kameralara kadar bütün teknolojik ürünler bir şekilde ruhumuzun röntgenini çekiyor.
Meselenin özüne baktığımız zaman bize ait bir özel alanımız kalmamış ve özel hayatımızın gizliliği anlamını yitirmiş gibi görünüyor. Tuhaf olan ise buna çoğu zaman bizim izin veriyor oluşumuzdur.
Kameralardan, gözlerden, ağlardan uzakta kendinizi yeniden duyabildiğiniz, iç sesinizi kimseye açıklamak zorunda kalmadığınız, teknolojinin değil vicdanın uyandırdığı bir güne ait bir alanımızın olması bizim için lüks olmasa gerek.
Fakat gelin görün ki modern dünyanın gündeminde böyle bir alanın ihtimali bile artık ütopya gibi görünüyor. Çünkü bugün her tarafımız kameralarla kuşatılmış durumda. Sadece sokaklar değil; evlerimiz, iş yerlerimiz, telefonlarımız, bilgisayarlarımız… Hatta ruhumuzun döngüleri bile görünmez bir el tarafından kaydediliyor. Attığımız her adım bir görsel oyun içerisinde takip ediliyor. Her davranışımız bir kayda dönüşüyor. Sonra bu kayıtlar, farkında bile olmadığımız bir biyolojik kod gibi hayatımızın röntgeni, kişisel bir gen haritası olarak karşımıza çıkıyor.
Bir dönem, özel hayatımızın iç kapısı en çok ailemiz tarafından bilinirken; şimdi ekranlar, profiller, uygulamalar bizi bizden daha iyi tanıyor. Bize gölgemizden daha yakın bir halde ruhumuza ayna tutuyor.
Ne kadar direnmeye çalışırsak çalışalım sosyal medya artık hayatımızın bir uzantısı değil; merkez üssü konumuna geçti. Bir zamanlar sadece hatıralarımızı sakladığımız yer, bugün anlık duygularımızın tanıtım sahnesine dönüştü. İç dünyamıza ait olan hiçbir şey içimizde kalmıyor artık. Üzüntümüzü, sevincimizi, endişemizi, korkumuzu anında paylaşıyor; duygu tahlilini yapmak yerine duygu teşhirine yöneliyoruz. Hissetmek yerine görünür olmayı tercih ediyoruz.
Mutluluğu yaşamak yerine onu paylaşmayı yeterli buluyoruz. Hâlbuki bir duygu, paylaşıldığında çoğalmaz; solar ve gerçekliğini yitirir. Bu yüzden zamanla hissizleşiyoruz. Çünkü hissetmek yerine “göstermeyi” öğrendik.
Sosyal medyanın ışıltılı vitrini, hayatın gerçek dokusunu örten bir perdeye dönüştü. Yaşam, adeta herkesin üzerine çıkıp kendini sergilediği bir teşhir salonu oldu.
Böyle bir atmosferde Baudrillard’ın simülasyon kuramı artık bir teoriden ziyade günlük halimizin açıklaması gibi duruyor. Bir gün öyle bir noktaya geleceğiz ki neyin gerçek, neyin yansıma, neyin simülasyon, neyin yaşam olduğunu birbirinden ayıramayacağız. Dejavu diye geçiştirdiğimiz şey, belki de sistemin bize dayattığı yapay döngülerin yan etkisidir.
Daha da ürpertici olan ihtimal ise şu: Bir sonraki evrede, bedenimizi aşarak doğrudan ruhsal kodlarımıza erişmek için girişimlere başlanma ihtimali… Ruhumuzun tanımı bir veri tabanına, vicdanımızın işaretleri bir istatistik grafiğine dönüşürse, şaşırmamamız gerektiği söyleniyor.
Bu tabloya “Sistem Sorunsalı” demek bile hafif kalıyor. Çünkü sistem, artık kendini yalnızca düzenleyen ve yöneten bir yapı olarak görmüyor; adeta tanrısal bir rol üstlenmeye çalışıyor. Yaşatan, öldüren, dağıtan, yediren, susturan… Kaosu da barışı da kendinden menkul bir güç gibi tarif eden bir mekanizmaya dönüşmüş durumda.
Sorgulanamazlığı bir üstünlük değil, bir tehdit halini aldı. Görünmez bir tanrının değil; çok görünür bir sistemin gölgesinde yaşıyoruz artık.
Oysa bir kapıyı kapattığında ardında kalan dünyanın susması, alıp verdiğimiz nefeslerin, attığımız adımların takip edilmemesi, ruhumuzun kendini saklayabileceği, düşüncenin sığınabileceği bir yerin olması gerekir. Bugün belki de yapılması gereken en büyük direniş, bu özel alanı yeniden inşa etmektir; bir odada, bir köşede, bir kalpte, bir cümlede…
Bugün en büyük savunmamız da kendi iç dünyamızı koruyabilmemiz olacaktır. Çünkü insan, en çok kendine ait olan ve kendini ait hissettiği yerde özgürdür. Vesselam…