0

Türkiye'de eğitim, ağdalı bir retoriğin dolgusu olmanın ötesinde alıcısı olan bir mevzu değil. Alternatif arayışların, yaklaşımların ve tartışmaların önünün açılması bırakın çözüm olarak görülmeyi tam tersine sorun ve kargaşa olarak nitelenmekte. Kendileri farklı olmanın yanı sıra hayat hikayeleri de farklı olan yaklaşık 18 milyon öğrenciye zenginleştirilmiş, çeşitlendirilmiş bir eğitim-öğretim hizmetinin sunulması maalesef teorik anlamda bile anlamsız hatta gereksiz görülmekte. Modern ulus devletin himayesinde ve sanayi döneminin koşullarında yeşertilen standart zorunlu eğitim uygulaması, kendisini mümkün kılan koşullar aşınmasına rağmen varlığı muhafaza hatta müdafaa edilmekte.

Dünkü yazısında Ali Aydın'ın belirttiği gibi oysa mevcut sistemin performansı da ortada. Dolayısıyla Türkiye'nin, varoluş koşulları aşınmış ve hayatın olağan akışı karşısında işlevsiz bir direnç odağına dönüşmüş mevcut ana akım eğitim yapılanmasıyla yetinmesi düşünülemez. Teknik düzenlemelerle, pansuman tedbirlerle atılım yapması, gelecek inşasında bulunması beklenemez. Yüksek öğretimle beraber 25 milyonu bulan bir nüfus, yapıcı değil tahrip edici özelliği daha baskın olan Foucault'un ifadesiyle bir biyopolitikaya telim edilemez, edilmemeli. Hele hele genetik kodlarında siyasal-kültürel homojenlik tesis etme olan bir aygıtın-yapının kurtarıcı-dönüştürücü bir misyon diskuru ile yüz yılı aşan bir süredir bizi oyalayabiliyor olması vahimdir. Zorunlu eğitim sisteminin batı dışı toplumlar için ne tür self-kolonyal nitelik taşıdığı dikkate alındığında bir form olarak bile mevcudun muhafazasının ne tür operasyon olduğunu görmek mümkün hale gelebilir. Nitekim mevcut sistemin işlerliğine ilişkin yüzyıl önce dert yakınılıp dile gelen sorunlar tüm iyileştirme çabalarına karşı bugün aynıyla vaki ise o zaman paradigma içi konumlanışla muhteşem yarınlar hayal etmenin kendini kandırma olacağını kestirmek müneccimlik olmasa gerek.

Altını çizmekte fayda var; mevcut eğitim sistemi etrafında aşılması güç ve maalesef gerçeklikten kopuk koruma kalkanı oluşturulmuştur. Amaçları, yapılanması ve yürütülmesi ile düzenek ne beşeri sermayenin niteliğine ne de toplumun tarihsel-kültürel müktesebatıyla uyumuna beklenen katkıyı yapabilmiştir. Tam tersine toplumun tarih-kültür-inanç evreni en çok bu mahfilde boğazlanmış, toplumun müktesebatına yönelik en sistematik kalkışma bu aygıt üzerinden yürürlüğe sokulmuştur. Bugün kurtarıcı misyon yüklediğimiz kimi yol ve yöntemler gerekli özen ve dikkat gösterilmez ise toplumu takatsiz bırakmaya dönük işlev gören operasyonel yapılar oldukları asla görülemeyecek. Özellikle ilan ettikleri amaçlar hilafına eylemliliklerde bulunmanın modern kurumların temel alamet-i farikası olarak daha iyi gün yüzüne çıktığı bugünlerde birazcık özen ve dikkat yeterli olacaktır. Ancak ne beklenilen özen ve dikkat ne de mevcuda mahkûmiyetimizi kıracak bir nazar var maalesef. Türkiye siyasetinde çeperden gelen bir hareketin, yıllar boyu toplum mühendisliği uygulamasının ana enstrümanları olan yapılara vasilik etmesi hatta bu yapıları muhayyel olanın inşası için işe koşması veya koşmak zorunda kalması bu özen ve dikkatten ve mevcuda mahkûmiyetimizi kıracak nazardan yoksunluğumuzun acı bir göstergesidir.

Eğitime ilişkin rutinleşen bu eleştirilerimi Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından Antalya'da düzenlenen Bilim ve Sanat Merkezleri Festivali vesilesi ile tekrarlamakta fayda görüyorum. Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz ve Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürü Celil Güngör'ün davetlisi olarak üç gün gözlemleme imkanı bulduğum festival yukarıda dile getirdiğim mahkûmiyeti aşma yönünde bir imkana işaret ediyor. MEB bünyesinde faaliyet gösteren Bilim Sanat Merkezleri, eğitim-öğretim sistemini destekleyen bir aparat olarak konumlandırılmış olsa da, sistemi çeşitlendirecek bir alternatif olma nüvesi taşıyor. Bu açıdan ana akım eğitim sistemimizin bu alanı blokaj altına almasına fırsat vermeden, Bilim Sanat Merkezlerinin özgün ve özgürlükçü hüviyetlerinin güçlendirilmesine yönelik çalışmaların yürütülmesinde zaruret var.

Uzun vadede Türkiye'nin eğitim yapılanmasını çeşitlendirmekten, alternatif modellerle desteklemekten başka çaremizin olmadığı açıktır. O nedenle performansını ve potansiyelini yüzyılı aşkın süredir tecrübe ettiğimiz bir yapının mahkûm olduğumuz bir doğa kanunu değil önceki nesillerden tevarüs ettiğimiz bir sosyal fosil olduğunu görmek başlı başına sorunun çözümü için bir eşik atlama olacaktır. Problemin tespiti çözümüne ilişkin zemin hazırlayacaktır. Bizde hala egemen olan kolektif yanılsama soruna kaynaklık eden zeminin çözüm odağı olarak kodlanıyor olmasıdır. O yüzden alan içindeki teknik düzenlemelerle meseleyi çözdüğümüzü varsayıyoruz.