Hepimizin yüreği ağzında, endişe dolu gözlerle Ortadoğu’dan gelen haberleri izliyoruz. Amerika Birleşik Devletleri’nin, İsrail’in bölgedeki operasyonları sürerken İran’ın nükleer tesislerini hedef alması ve İran’ın da buna füzelerle karşılık vermesi, bölgeyi bir anda bir ateş çemberinin içine çekti. Bu tehlikeli tırmanış, doğal olarak hepimizi endişelendiriyor. Fakat bu endişenin arkasındaki asıl büyük resmi görebiliyor muyuz? Gelin, bu karmaşık görünen denklemi bir uzman gözüyle, birlikte okumaya çalışalım. Çünkü asıl fırtına, gökyüzündeki bu düellodan çok, denizin o daracık boğazında kopmaya hazırlanıyor. İran’ın mesajı son derece açık ve nettir. Eğer varlığına yönelik tehditler devam ederse, küresel ticaretin şah damarı olan Hürmüz Boğazı’nı kapatabileceğini söylüyor. Bu, unutmayalım ki sadece haritalarda bir boğaz değil; mutfağımızdaki ayçiçek yağının, arabamızın deposundaki benzinin fiyatını doğrudan ilgilendiren hayati bir meseledir.
Peki, gerçekten de bütün bu kavga nükleer silahlar için mi veriliyor? Gelin bu soruyu kendimize dürüstçe soralım. Perde arkasına baktığımızda, bu kavganın nükleer başlıklardan çok daha fazlası olduğunu anlıyoruz. Bu, Batı’nın refahını ve sanayisini sessizce besleyen enerji varillerinin ve o varillerin geçtiği yolların mutlak kontrolü kavgasıdır. Yıllar önce bir televizyon ekranında Afganistan işgalini izlerken, savaşın özünün çoğu zaman tek bir kelimede gizli olduğu öğretilmişti: Ticaret. Bugün yaşananlar, o kelimenin ne kadar derin ve jeopolitik bir anlam taşıdığını bir kez daha kanıtlıyor. Ortadoğu coğrafyası karmaşık değildir. Sadece stratejik enerji yollarının ve kaynakların kesişim noktasında olduğu için sürekli bir müdahale ve rekabet alanıdır. Atılan her “terörist” manşetinin, yapılan her “istikrar operasyonunun” ardında, Berlin’deki fabrikaları, New York’taki lojistiği ve Asya’nın ekonomik büyümesini besleyen o varillerin güvenliği yatar.
Bu acımasız denklemin en can yakan, vicdanları en çok sızlatan yansımasını ise hepimiz biliyoruz: Gazze’de aylardır devam eden insanlık dramı. Oradaki trajedi, bölgesel güç mücadelesinin ve enerji siyasetinin ne kadar zalimleşebileceğinin en acı delilidir. Bu durum, Batı’nın o meşhur “kurallara dayalı düzen” söyleminin ne denli seçici uygulandığını da yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor. Konu kendi çıkarları olunca, uluslararası hukukun ve en temel insani değerlerin nasıl buharlaştığını hep birlikte, ibretle izliyoruz. İşte bu ikiyüzlülük ve kaos sarmalının tam karşısında, Türkiye’nin sergilediği duruş bir kutup yıldızı gibi bizlere yol gösteriyor.
Bu karanlık tabloda bir umut ışığı var mı diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet, var. Diğerleri gerilimi tırmandırırken, Ankara yapıcı, akılcı ve soğukkanlı bir rol üstleniyor. Türkiye, coğrafi konumu ve tarihi birikimiyle, bölgenin aklıselimini temsil eden ve çözüm üreten bir aktör olarak sahnedeki yerini almaktadır. Hem İran hem de Batılı muhataplarıyla diyalog kanallarını ısrarla açık tutabilmesi bir tereddüt değil, stratejik bir aklın ve kendine güvenen bir diplomasi yeteneğinin ürünüdür. Ankara'nın bu diplomatik aklı, sadece sözde kalmıyor, sahada somut projelerle de destekleniyor. İşte bu büyük vizyonun çelikten ve betondan yansımasıdır Kalkınma Yolu. Bu, sadece beton ve demirden bir yol değil, aynı zamanda bu milletin kendine olan güveninin ve büyük düşünme kabiliyetinin de bir anıtıdır.
Hürmüz Boğazı’nın kaderine terk edilmiş kırılganlığı, aslında eski dünya düzeninin ve onun tek bir noktaya bağımlı ekonomik modelinin iflasıdır. İşte Türkiye, tam da bu iflasın ortasında 21. yüzyılın çözümünü inşa ediyor. Yıllardır büyük bir sabır ve emekle temelleri atılan vizyoner Kalkınma Yolu projesi sadece bir altyapı çalışması değil, Türkiye merkezli yeni ve dirençli bir ticaret mimarisinin ana damarlarıdır. Bu proje, Süveyş Kanalı rotasından daha hızlı, daha güvenli ve daha ekonomik bir alternatif sunarak tüm denklemi değiştirmeye adaydır. Bu girişim, Türkiye’yi Doğu Batı ticaretinin en güvenilir ve merkezi ortağı yapma potansiyeline sahip, asrın en önemli projelerinden biri olarak önümüzde duruyor.
Tüm bunlar, emin olabilirsiniz ki çok daha büyük ve bütüncül bir stratejinin parçalarıdır. Türkiye, stratejik özerkliğini üç sarsılmaz sütun üzerine kuruyor: Avrasya’nın vazgeçilmez bir enerji ve lojistik merkezi olmak, caydırıcılık için yüksek teknolojili bir savunma sanayii geliştirmek ve kendi ulusal çıkarlarını gözeten çok yönlü, bağımsız bir dış politika izlemek. Güçlü bir savunma sanayii, enerji koridorlarımızı ve ticari yollarımızı korur. Stratejik bir enerji merkezi olmak, ekonomimize güç ve diplomasiye manevra alanı sağlar. Bağımsız dış politika ise, bu iki gücü milletin çıkarları doğrultusunda, kimseden icazet almadan kullanma özgürlüğü tanır. Bu, Türkiye’nin gelecek yüzyıla yönelik bütüncül ve rasyonel planıdır.
Tarih, şimdi önümüze keskin bir yol ayrımı koymuş durumda. Hangi yoldan yürüyeceğimize hep birlikte karar vermek zorundayız. Bir yanda 20. yüzyılın kanlı mirası duruyor: kaos, çatışma, vekalet savaşları ve sömürgecilerin kanla çizdiği haritaların karanlık patikası. Diğer yanda ise bizim, yani Türkiye’nin öncülük ettiği, merkezinde adaletin, iş birliğinin, kalkınmanın ve ortak refahın olduğu yepyeni, aydınlık bir yol uzanıyor. Unutmayın, Hürmüz’de yükselen o ateş, sadece petrol tankerlerini değil, o köhne ve adaletsiz düzenin bütün sahte maskelerini de yakıp kül etti. Ve şimdi o küllerden, merkezinde Türkiye’nin vicdanının, aklının ve yapıcı gücünün olduğu daha adil bir dünya vizyonu, bir anka kuşu gibi yeniden doğuyor. Bu sadece bir seçim değil, bir kader anıdır. Tarih bu büyük imtihanda her birimize şu soruyu soruyor: “Sadece bir izleyici mi olacaksınız, yoksa bu yeni düzeni alnının teriyle, aklının gücüyle kuranlardan mı?” Cevabımızı, attığımız her adımla tarihe biz yazıyoruz.