Konuşurkenki halini bilemem ama yazarken yirmi binden fazla kelime dağarcığıyla eserler yazan Sehakespeare "Romeo ve Juliet"i bitirdiği gün binlerce kek yemiş biri olarak çıktı piyasa desem gülersiniz. Ağlanacak halimize güleriz belki de. En az Sehakespeare kadar kelime bilen ve "Leyla ile Mejnun"'un muharriri edebiyat deryası Fuzuli'nin de Sehakespeare misali hayatı boyunca bir kez olsun kekin tadına bakma imkanının bulunmadığına herkes gibi sizlerde farkındasınızdır umarım. O zamanlar "Millet Kıraathaneleri" yoktu ki adamlar afili ambalajından bir keki nazikçe açıp hüp etsinler öyle ya…

Kekler Şahane Kıraat Bahane!

Neredeyse bütün dinlerde, dillerde ve mahfillerde hep aynı nakarat, aynı serzeniş ve aynı şikayet... Okumuyor/muyorum/muyorsun/muyoruz… Kimse merak buyurmasın hem Tevrat, hem Zebur hem de İncil en az Kuran kadar okunmuyor. Ama uzak doğunun çekik gözlü Şintoistlerinin ve de kuzey Avrupa'nın uzun boylu Evangelist Lüteriyenleriyle yarışan Katoliklerin harıl harıl kitap okudukları yadsınamaz bir gerçektir. Baksanıza, orralarda hayat yeryüzü cennetiymişçesine sürerken Levant'ın doğusuna ve Afrika'ya doğru uzanan topraklarda savaşın ve iç çatışmaların içinden çıkılmaz bir hal alışı bunu ispata ziyadesiyle yetmekte.

Yaradanın "Oku" emrini yok sayanlar, bari azıcık Cemil Meriç'e kulak verseniz ölür müsünüz? Ölmekten korkanlara bir önerim daha var aslında. Hani şu ecnebi merakımız, batıya öykünme serabımız… O zaman müstakbel sosyalist, ufki düşünür Jhon Ruskine'i dinleseniz ya. Okumak üzerine sayfalara serpilmiş yüzlerce söz manzumesi "Susam ve Zambaklar"a bir göz atın desem o da okumakla aynı şey olacak sen kime ne anlatırsın muhterem. Oysa okumak denen sihrin büyüsüne bir kapılsa, bir sırrına varabilse insan bütün yalnızlığını o gün toprağa verecektir. Çünkü Balzac'ın veliahtı olmuş Proust öyle diyor. "Okurken hem yalnızız, hem beraber. Bir nevi mucize…"

Ne hikmetse her geçen yıl hem yazar popülasyonunda hem de rafları ve fuar stantlarını süsleyen kitap sayısında ciddi oranda bir artış yaşanmakta. Ne var ki birçoğumuzun kafasını kaldırıp bakmaya dahi tenezzül etmediği fuarların esas adamları -ki yazarlar- imza attıkları bir kitabı satıyor olmanın o eşsiz anını bir foto ile ölümsüzleştirme çabasındayken, alıcıların da kitaptan çok tanınmış bir yazarı sosyal medyada paylaşacağı resme konu mankeni olarak kullanabilmenin hesabında. Bu acınası manzarayı derin bir iç çekerek uzaktan da olsa izleyen Cumhurbaşkanımızın çaresizlik içerisinde bir çare diyerek ortaya attığı "Millet Kıraathaneleri" okuyan sayısında bir artışa neden olur mu bilmiyorum ama ilk raddede kitaptan çok kek tüketenlerin sayısında ciddi bir artışa vesile olacağından hiç şüphem yok.

Bunca kinaye parçacıklı ve de ihsas yüklü cümleden sonra diyeceğim o ki "bizim tarih sahnesinde yeniden okuyan bir millet olarak temayüz edebilmemiz için daha kırk fırın kek yememiz gerekeceğe benzer." Dahası evinin en kuytu köşesini hem de en dingin zaman dilimini üç beş sayfa bir şeyler okumaktan çok elinden düşürmediği mobil cihazlara ayıranların zahmet edip avuç kadar kek hürmetine kıraathaneye koşacağına inanmak beyhude bir hevesten öteye gitmeyecektir. Hem Ahmet Hakan COŞKUN'un Hürriyet'teki köşesinde dillendirdiği "Millet Kıraathanesi yerine Milli Kütüphane desek ya" çıkışı gibi mekandan, isimden, yenilecek ve içilecek şeyden yana yapılabilecek hiçbir restorasyon bizi o mahfile çekmeye muktedir olamayacaktır.

Haklı olarak bu yazıyı okuyanların "Tamam da senin önerin ne o zaman be adam" demesi kadar olağan bir şey yok sanırsam. Bana kalırsa il ve ilçelerin birçoğunda şehrin en otantik belki de tarihi binalarının bugünlerde "Millet Kıraathanesi" olarak dönüştürülmesine bir diyeceğimiz olamaz, hatta isabet olmuş demek yerinde bir karşılık olacaktır. Fakat bu mekanların istenilen şekilde fonksiyonel olabilmesi için kekten pastadan önemli olan, adına yakışır bir hüviyet kazandırılması daha elzemdir. Bu vesileyle en başta bu işin en başındaki belediye başkanları ve dahi kültürden sorumlu yöneticileri buralara reklam aracı ya da oy kaygısından çok maziden atiye boy verecek esaslı bir mektep gözüyle bakmalıdır.

Sonra da yola, sokağa, kaldırıma ve köprüye harcanan milyonlarca liradan tasarruf edip elde edilen miktarı bu mekteplerin herkesin uğrak yeri olması adına harcaması olmazsa olmazdır. Hem buraların başında duracak olan ilgili hizmetli ya da vazifeli insanların memur zihniyetiyle hareket edecek tipler olması belki de yapılabilecek en büyük yanlış olsa gerektir. Öyle ki okumak denen lahuti davranışı kazanmak ve kazandırmak ancak okumaya sevdalı kitap aşıklarının maharetidir ki bu mekanların sorumluluğu ancak bu müşahhas insanlara verilmelidir.

Netice-i kemalini kimse merak buyurmasın artık. Birkaç ay içerisinde oralar kitap okuyormuş gibi "selfie" çektirenlerin, midesi kazınıp da açlığını yatıştırabilmek adına birkaç "kek" yudumlayanın ya da merakını gidermek adına şöyle bir kapıdan başını uzatıp gerisin geriye dönen diğer parti mensuplarının iki dakikada değersizleştiriverdiği yerler olmaktan çıkacaktır. O kadar ki yüzme havuzlarında bayan ve erkek günleri diyerek farklı seanslarda yüzme öğrenmekten daha elzem olan bu mesele için kıraathaneler bayanlar ve erkekler için ayrı zamanlarda kullanıma açılır ve de desteklenirse işin büyük bir kısmı da hallolmuş olacaktır.

Muteber yazar ve çizerlerin konuk olduğu, sayısız kitap ve makalenin kritiğinin yapıldığı, yazmaya meyyal gençlerin kendilerini sınadığı, konuşmanın, dinlemenin ve de okumaktan yana sohbetlerin icra edildiği günler bu minvalde çok ta uzak olmayacaktır. Öyle ki birkaç yıl demeden buralar her yaştan ve sınıftan gurup gurup yüzlerce millet evladının kapısını aşındırdığı yerler olacaktır. Aksi halde "Millet Kıraathanesi" diyerek açılan bu binalar nargile sohbetleri için fırsat kollayanların, beleş wi-fi arayanların, manitasıyla özlem gidermek dileyenlerin, resim, fotoğraf hatta ve hatta pasta börek çeşnili kermes yapmak isteyen dernek ve vakıfların buluşma mekanlarından öteye gitmeyecektir.