Uykusuz bir gece, sabaha karşı elimde bitmiş bir pil ve yağlı bir lahmacun kutusuyla mutfaktaki çöp kovasının başında öylece kalakaldım. Salonda, bütçe ayırmak zorunda hissettiğim son model hava temizleme cihazı sessizce uğulduyor, vaat ettiği o dağ ferahlığını evin her köşesine yayıyordu. Makinenin RGB ışığı, steril bir zafer işareti gibi yanıp sönüyordu. Ama mutfak tezgahının altındaki o kapalı kutudan yükselen koku, kurduğumuz bu teknolojik sırça köşkün yalanını yüzüme vurmaya yetiyordu.
Kapağı hafifçe araladım. İçerisi tam bir keşmekeşti. Cam kırıklarının keskin uçları henüz suyu süzülmemiş domates kabuklarına saplanmış; buruşuk kağıtlar, plastik şişelerle iç içe geçmiş, nefessiz kalmış bir yığın... O an fark ettim ki; salondaki havayı temizlemek için makineye güvenen ben, mutfaktaki bu kaosu görmezden gelerek aslında ciğerlerimi değil, sadece egomu temize çekiyordum.
Çağın konforuna müptela bizlerin en büyük yanılgısı da bu değil mi? Temizliği bir teknoloji marketinden satın alabileceğimiz basit bir meta zannediyoruz. Oysa gerçek temizlik, bir makinenin filtresinde değil, insanın o çöp kovasının başında tek başına kaldığı anda verdiği kararda gizli. "Herkes kirletirken ben neden ayrıştırıp zahmet çekeyim?" diye içimizi kemiren o bencil vesveseyi susturabilmek, belki de bugün sahip olduğumuz en büyük lükstür.
Çünkü mesele sadece atık yönetimi değil. Bu, yaşadığımız sessiz değer kaybının, zedelenen kolektif şuurun en net fotoğrafı.
Bir lezzet üstadı olan rahmetli babam, sofrada yemeği beğenmeyip burun kıvıran birini gördüğünde, o kendine has sarsıcı tespitiyle gürlerdi: "Eskilerin damakları terbiyeliydi, biz terbiyesiz olduk. Sen ya hiç dayak yememişsin ya da ağzının tadı yok!"
Babamın kastettiği o "terbiyesizlik", sadece sofradaki bir nezaket eksikliği değildi elbet; hakikati, yapay olandan ayırt edememe hastalığıydı. Bugün doğaya karşı takındığımız tavır da tam olarak bu. Ağzımızın tadı yok; çünkü sorumluluk almanın lezzetini unuttuk. Doğaya karşı sorumlu ve "terbiyeli" bir tüketici olmak yerine, hazzı önceleyen ve arkasına bakmadan tüketen savurgan birer "yiyici"ye dönüştük.
Bu tatminsizlik sadece mutfakta kalmıyor, ilişkilerimize, sokaktaki halimize de sızıyor. Kolaycılık, bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor.
Oysa insan olmak, o kolaycılık gömleğini çıkarıp atabilmektir. Tarihin o ilk çağlarını, insanoğlunun mağara kovuklarına sığındığı o günleri düşünün. Herkes avladığı bizonu yiyip, karnını doyurmanın rehavetiyle derin bir uykuya dalmışken; bir köşede elinde cılız bir meşale, diğer elinde sivri bir taşla duvara eğilmiş uykusuz bir adam vardı . Karnını doyurup uyumak, yani sadece hayatta kalmak ona yetmemişti. O, zifiri karanlıkta o taşla duvara bir suret kazımayı, bir iz bırakmayı seçmişti. Diğerleri tüketip uyurken, o uykusuz adam üretip var olmayı tercih etmişti.
Bizim sınavımız da o mağaradaki uykusuz adamınkinden farksız. Belki elimizde taş ve duvar yok ama her gün o çöp kovasının başında aynı seçimi yapıyoruz. İnsan olmak, o hava temizleyicinin sahte rahatlığına sığınmak değil; bedeli ne olursa olsun, kimse görmese bile o pili, o camı kaynağında ayrıştırma haysiyetini gösterebilmektir. Çünkü atık bilinci, teknik bir zorunluluktan öte, insanın kendine duyduğu saygının son kalesidir.
Şimdi o makinenin fişini bir anlığına çekip düşünelim. Ciğerlerimize dolan hava steril olabilir, peki ya o havayı soluyan vicdanımız? Yarın bu sahneden çekildiğimizde, arkamızda bıraktığımız iz neye benzeyecek? Binlerce yıl sonra toprağın altından çıkarılan mirasımız, çözünmesi imkansız bir plastik yığını mı olacak, yoksa doğayla uyum içinde yaşamış bir medeniyetin asil duruşu mu?
Bu sorunun cevabını makineler veremez. Fişi çektiğimizde o rengarenk ışıklar sönecek, ev derin bir sessizliğe gömülecek. İşte o zaman geriye sadece biz kalacağız. İnsanı "insan" yapan şey, o kimsesiz karanlıkta verdiği karardır. Bizi kurtaracak olan da filtreler değil, doğaya ve kendimize karşı gösterdiğimiz o sessiz, o gösterişsiz vefadır.