Her gün insanlık adına sessiz sedasız zaferler kazanılıyor. Bir yerlerde bir kanser hücresi daha yeniliyor, evrenin bir sır perdesi daha aralanıyor, daha temiz bir enerji kaynağı bulunuyor. Ama biz bu zaferlerin coşkusunu hissetmiyoruz. Haberleri okuyoruz, başımızı sallayıp geçiyoruz. Neden? Çünkü bize zaferin kendisi anlatılıyor ama o zafere giden yoldaki ter ve gözyaşı göz ardı ediliyor. Formüller ve grafikler zaferin belgesi olabilir ama ruhu değildir. Ruh, o zafere giden yolda verilen insani mücadelededir. İşte bu yüzden bilimle aramızda görünmez bir duvar var. Onlar içeride tarihi değiştiriyor, biz dışarıda sadece sonuçları okuyoruz. Bu durumu değiştirmek, o duvarda bir pencere açmak zorundayız.
Bazen düşünüyorum da o bembeyaz önlüklerin içinde nasıl insanlar var? Günleri nasıl geçiyor? Bizim gibi dertleri, sevinçleri, hayal kırıklıkları var mı? Elbette var. Onlar da günün sonunda evine giden, yorulan, umut eden, bazen de pes etmenin eşiğine gelen insanlar. Ama biz onların bu insani yönünü hiç görmüyoruz. Gördüğümüz tek şey, bir derginin kapağındaki ciddi bir yüz, bir denklemin ya da bir köşe yazısının altındaki soğuk bir imza. İşte bu yüzden bilimle aramıza mesafe giriyor. Çünkü bizler formüllere değil, hikayelere bağlanan varlıklarız. Bir insanın mücadelesini, azmini, inadını gördüğümüzde onu anlarız. Onu kendimize yakın hissederiz.
Gözlerimi kapatıp o anlardan sadece birini hayal etmeye çalışıyorum. Gecenin bir yarısı, herkesin evinde uyuduğu bir saatte, bir çalışma odasının loş ışığında tek başına kalmış birini düşünüyorum. Dışarıda hayat akıp gitmiş, sokaklar sessizliğe bürünmüş. İçeride ise sadece çalışan bir bilgisayarın alçak, monoton uğultusu var. Havada haftaların yorgunluğu ve bayat kahve kokusu. Ekranda akan anlamsız rakamlar, başarısız olmuş yüzlerce denemenin omuzlardaki ağırlığı. Artık umudun tükendiği, her şeyin boşuna olduğu hissinin zihne çöktüğü o an. Tam o sırada, ekrandaki o anlamsız veri yığınının içinde bir şey parlıyor. Önce bir göz yanılsaması sanılıyor. Ama hayır, orada. Daha önce hiç görülmemiş, kimsenin beklemediği bir nokta. Bir anlığına her şey susuyor. O uğultu, dışarının sessizliği, hepsi kayboluyor. Sadece ekrana kilitlenmiş bir çift göz ve göğüs kafesini zorlayan bir kalp atışı kalıyor. Bu bir hata mı? Bir göz aldanması mı? Yoksa… evet, yoksa aranan şey bu mu? Yorgunluk bir anda siliniyor, yerini adeta bedeni baştan aşağı titreten bir yıldırım dalgasına bırakıyor. O an, o küçücük nokta, evrenin devasa bir sırrını fısıldıyor. O an, o çalışma odasında sadece bir veri bulunmuyor; bir insanın inadı, merakı ve hayalleri, doğanın o devasa kayıtsızlığını bir anlığına da olsa dize getirmiş oluyor.
İşte bu anın hikayesini bilmeden, o keşfin ne anlama geldiğini tam olarak anlayabilir miyiz? O gece yarısı yaşanan o kalp çarpıntısını hissetmeden, o denklemin arkasındaki insanı görebilir miyiz? Sanmıyorum. Belki de bilim insanlarının bize anlatması gereken en önemli şey budur. Bize neyi bulduklarını değil, onu neden bu kadar tutkuyla aradıklarını göstermeliler. Belki birini iyileştirme arzusu, belki sadece çocukluktan kalma saf bir merak, belki de evrenin o muhteşem düzeni karşısındaki hayranlık duygusu… Onları ayakta tutan şey her ne ise, işte o şey hepimizde var. O tutkuyu gördüğümüzde, o inadı hissettiğimizde, bilimle aramızdaki duvarlar kendiliğinden yıkılır. O zaman bilim, o fildişi kulelerden, o anlaşılmaz formüllerin gölgesinden çıkar ve hepimizin kalbinin attığı büyük bir meydana dönüşür. O meydanda sadece denklemlerin soğuk dili değil, umutların, hayallerin ve nesillerdir sorulan o kadim soruların sıcaklığı konuşulur. Bir an için durup düşünün, lütfen. O gece yarısı, yorgun bir zihnin bulduğu o küçücük ipucu, belki de yıllar sonra bir yakınınızın derdine derman olacak ilacın ilk harfidir. Belki de çocuklarınızın oynayacağı parklara enerji verecek o temiz kaynağın ilk fısıltısıdır.
O bilim insanını uykusuz bırakan inatçı merak var ya, işte o merak, sizin bir yıldız kaydığında gökyüzüne bakıp sorduğunuz sorudan, bir çocuğun bitmek bilmeyen “neden”lerinden zerre kadar farksızdır. Çünkü bu, sadece onların değil, insanlığın anlama ve daha iyiye gitme arzusunun bitmeyen, ortak senfonisidir. Ve bu senfonide hiçbirimiz seyirci koltuğunda oturmayı hak etmiyoruz. O loş çalışma odasındaki kahraman kadar, bu hikâyenin bir parçası olmayı ve o zaferin coşkusunu ta iliklerimizde hissetmeyi hepimiz sonuna kadar hak ediyoruz.