0

"Batı'ya gidiş meselesi daha sonra, tarihsel karşılıkları ve tutunumlarını belirleyen parametrelerden koptu ve hayli plastik bir ekonomik, siyasal ve kültürel bir tasarıma dönüştü. Elimizde pasif bir NATO üyeliği ve karşılıksız bir AB aşkından başka bir şey yok. İlki bizi tarihsel havzamıza yabancılaştırdı. Diğeri ise eşitsiz ilişkilere (Gümrük Birliği gibi) ve sonu gelmez psikozlara soktu. Her iki bağ da artık zora girdi ve bu haliyle sürdürülebilir bir tarafı kalmadı. Artık plastik bir "Batılılaşmanın" anlamı kalmadı. Bunu ikame edecek olan plastik bir "Doğululaşma" da olamaz. Türkiye'nin bu zor zamanlardaki önceliği "tarihsel havzasının öznesi olmaktır". Ötesi de buna bağlıdır."

Süleyman Seyfi hocanın "Avrupa ve Asya denkleminde Türkiye" başlıklı yazısının son paragrafı yukarıdaki alıntı. Plastik "Batılılaşma" macerasının ardından plastik "Doğululaşma" meftunluğuna savrulmamamız gerektiği tecrübeyle sabit. Tarihin bu kritik anında Türkiye'nin önceliğinin "tarihsel havzasının öznesi olmak" olduğu ve varsa bir ötesinin de buna bağlı olduğu da aşikar. Hatta esas itibariyle "proaktif diplomasi", "stratejik derinlik" retoriğinin alt metninde de bu kabulün olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zaten uzun süredir toplumsal yönelim ve hissiyatın da bu minvalde seyrettiği görülüyor. O halde bu kritik ve kırılgan eşikte mesele "tarihsel havzasının öznesi" olmanın neye karşılık geleceğinde, hangi enstrümanla bu işin gerçekleştirileceğinde düğümleniyor. Buna odaklanmak ve bunu sağlayacak bir dili, dokuyu ve iklimi örmek nasıl olacak?

Siyasetin üzerinden konuşmak, her meseleyi siyasileştirmek ve çözüm mercii siyaset olarak kodlamak şeklinde bir dogma peyda oldu. Galiba öncelikle ifade edilmesi gereken husus; siyasetin önemli, gerekli bir enstrüman olduğu ancak kesinlikle yeterli olmadığıdır.

Bugün öznesi olma ihtiyacını hissettiğimiz dünya ile gevşemiş sembolizmin ötesinde bir paylaşımdan yoksunuz. Bu kararsız duygusallık ne bölgesel tanışmayı, ne kültürel uzantıyı ne de tarihsel derinliği kavrayabilecek bir vaziyette. Coğrafi derinliğin suni bölmelerle inkıtaa uğradığı, kültürel ve tarihsel derinliğin siyasal mühendislik uygulamalarıyla tahrif edildiği yabancılaşmış vaziyetin dönüşümüne ilişkin sorgulamalarımız, kavrayışlarımız hala eksik hatta yok denilecek düzeyde. Küllenmiş, sırt çevrilmiş kader ortaklığını, duygu ve inanç evrenini bütünleşik kılacak bir imkandan ve hayalden yoksunuz. Tarihin ve coğrafyanın üzerine geçirilen "deli gömleklerinin" söküldüğü bu espasta maruz kaldığımız emperyal oyunu işlevsiz kılacak ve kurucu bir irade olarak tebarüz edecek adımlardan, performanstan yoksunluğumuz son gelişmelerle yeniden teyit ediliyor.

Güvenlik ve beka endişelerimizin arttığı bu büyük alt-üst oluş bırakın "tarihsel havzamızla" teması ufkumuzun bile Osmanlı yıkılış sürecinin netameli koşullarında nasıl kısırlaştırıldığının alamet-i farikası oldu. Zira ana mefküre olarak tutamak yaptığımız "Misak-ı Milli", ne bugün sürdürmek ihtiyacını hissettiğimiz güvenliği karşılıyor ne de duygusal bir abanmayla kimliğimizin payandası, özgüven membaımız olacak "tarihsel özne olma" hayaline, kavrayışına denk geliyor. Tersine "Misakı Milli" kısır koşulların ufkuyla mukayyet bilincimize ve kültürel-coğrafi derinliğimizle yabancılaşmışlığımıza dair hüzünlü bir gösterge.

Hal bu ki tarihsel havza, kültürel-coğrafi derinliğimiz ve inanç-duygu dünyamız bu ufkun çok ötelerine uzanan bir yaklaşımı, bakışı, tasavvuru gerekli kılıyor. Real-politiğin girift dünyasını geniş, meşru ve işlevsel bir ilişkiye açacak siyaset destekleyici hatta siyaset tayin edici girişimlerimiz yok. Entelektüel, dini, kültürel, sanatsal ve insani temasımızın yitirildiği bu tarihsel havza ile ilintili kollektif hafızamız kundaklanmış vaziyette. Ortak kelimelerimiz operasyona uğradı, muhayyilemiz işgal edildi. Şuur iğdiş edildi, şuuraltı sinsice formatlandı.

Konuşmalar, temaslar, yönlendirmeler, arzu ve beklentiler kontrolümüzde olmayan kanallar üzerinden seyrediyor. Deforme edici kanallar dışında bağlantımız incelip kopacak halde olan "kalpten kalbe giden" patikalara kalmış vaziyette. Bu açıdan içinden geçmekte olduğumuz sürecin anlık, günlük, dönemlik bir çalkantı olmadığının şuuruyla yol almak durumundayız. Coğrafya üzerinden operasyonları bitirecek olan şey temasın, ilişkinin ortak bir gündemin ve inşanın olmasıdır. Meseleyi hamasetle, duygusal yüklemelerle, siyasal angajmanı tahkim etmeyle geçiştiren yabancılaşmada büyütmemek gerekiyor. Bölgeyle, coğrafyayla temasa girmek, gündemine girmek, gündemi oluşturmak, gündemine almak, gündelik akışın ritmine nüfuz etmek, duygu ve ruh dünyasına girmek. Temasımız yok, çevrilen kitaplarımız yok, sosyal-kültürel işbirliklerimiz yok, etkileme, yönlendirme becerimiz ve kapasitemiz sınırlı. Seyredilen dizilerimiz var lakin başka dünyanın hayallerini, ideallerini, yaşam tercihlerini pazarlıyor. Çoğu kendi toplumuna, kültürüne yabancı.

Hissiyatın, hassasiyetin, irade ve eylemin transfer edilmesi harmanlanması gerekiyor. Her birimizi o coğrafi-kültürel-tarihsel derinlikten ivme alarak geleceğe yol bulan, anlamlı ve sahici, mazlum ve mağdur, ezilen, horlanan, dışlanan, adı, sanı, tarihi, kültürü çalınıp yağmalanan her bir fert için umuda, şifaya dönüştürecek bir diriltici bir söylem, bir eylem gerekiyor. Kendi hayatının öznesi olmadan, özne olmanın hakkını-bedelini ödemeden tarihin, tarihsel havzanın öznesi nasıl olacaksın? Bulunduğun toplumun ve zamanın rahminde neyin doğum sancısı olduğunu ve olman gerektiğini bilmeden tarihsel havzanın öznesi nasıl olacaksın? Kurtuluşumuz tarihsel havzamızın öznesi olmakta, evet. Ama önce havzayı, havzanın tarihini ve havzanın tarihinde neye tekabül ettiğini fark etmek gerekiyor.