İki yıl geçti üzerinden… Dile kolay, yüreğe zor, ömre ağır iki yıl. İki yıl önce bugün, gecenin sabaha en yakın vaktinde, ömrün en karanlık anına tanık olduk. 6 Şubat 04.17'de, fay derin uykusundan uyanırken yalnızca yeri değil, yürekleri de parçaladı. Yıkılan duvarlar değil, insanlığın vicdanıydı.

Hatay’da bir annenin enkaz altından uzattığı el… Kahramanmaraş’ta kızını kaybeden bir babanın yavrusunun elini bir an olsun bırakmazken göğsünde donan nefes… Adıyaman’da, çatlamış bir saatin akrep ile yelkovanı arasında kaybolan çığlıklar… Malatya’dan yükselen feryatlar… Adana’da sağanak altında ölümle yaşam arasında sıkışan bedenler… O an yer ve gök, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” diye haykırıyordu adeta dünyaya.

O gece, sadece evler değil, düşler de göçtü. Çocukların kahkahaları sustu, sokaklar yıkıntılara gömüldü, umut enkazın altında kaldı. Gözleri boşluğa dalmış ne yapacağını bilemeden yıkıntılar arasında dolaşan çaresiz babaların sessizliği… Annesinin battaniyesine sarılmış bir çocuğun ürkek bakışlarında saklı çığlıklar… Enkazın altından yükselen “Sesimi duyan var mı?” feryatları, bir umut, bir kurtuluş çağrısıydı. Ama zaman ilerledikçe, yanıt alınamayan sesler, birer birer sessizliğe gömüldü.

Bankalara kredi borcu diye ödediğimiz beton mezarlara diri diri gömüldük. Ailemizle kurduğumuz geleceğe dair düşler, binalarla birlikte çöktü ve toprağa karıştı. İnsan, topraktan geldi ve yine toprağa döndü filmin sonunda. Geride kalan ise acı, gözyaşı ve tarifsiz bir hüzün oldu. Hollanda Arama Kurtarma Ekibi’nden birinin, depremin en çok vurduğu illerden biri olan Adıyaman’da söylediği şu söz hâlâ çınlıyor kulaklarımızda: “Siz Tanrı’yı bu kadar kızdıracak ne yaptınız?”

İlk sarsıntının dalgaları yayılırken, karanlık bir şiirin dizeleri döküldü dudaklardan: “Herkes kendi acısının enkazında kaldı.”  Sorular cevaplarla iç içe, zihinler allak bullak... Hangi acıya feryat etsek diner içimizdeki sancı? Bugün hangi merhamete sığınmalı insan?

Kaybolan canların hatıraları caddelerde, çürük demirlerin paslı dilinde, cevap verilmeyen telefonların ekranlarında sessiz moda alınmış yaşam… Umut, askıda bir ekmek misali asılı kaldı vicdanlarımızda; enkazın altında ise yalnızca bedenler değil, insanlığın sorumluluğu kaldı.

Depremi bizzat yaşamış biri olarak, o gün sıcağı sıcağına yazdığım bir yazıda şu satırlar vardı: “Acının rengi bugün duman rengi, kül rengi ve en çok da toprak rengi… Bugün siyaha çalan bir gri hâkim gökyüzüne. Gri hüzünler kapladı şehirlerin üstünü ve biz altında kaldık. Enkazda yüreğimiz… Depremi yaşamayan dostlarımız ‘Acınızı anlıyoruz.’ diyor ama bu acı ne anlatılabilir ne de anlaşılabilir türden. Altımızda yer kaynarken üstümüzden ölüm geçti. Rabbim, kimseyi böyle bir imtihanla sınamasın.”

Artık 6 Şubat, bizim için yalnızca bir tarih değil; Acının Yıldönümü! Unutmak için değil, “Bir daha asla!” diyebilmek için hatırlıyoruz. Çünkü biliyoruz ki deprem yalnızca toprağı değil, vicdanları da sarsar.

Ve her şeye rağmen Asrın Felaketinin yaşandığı o günlerde “Sesimi duyan var mı?” sorusu en umutlu bekleyişti. Tüm sessizliği yırtan bir çığlık, bir yaşam umudu… O enkaz başında bekleyen gönüller, titreyen mum ışıkları gibiydi -kırılgan ama dirençli-. Merhametin tercümanlarıydılar. Ve işte o an anladık ki fay hatları, yüreklerdeki çatlakları ölçemez, dayanışmayı sarsamaz. İki yıl geçti üzerinden depremin ve yaralar hala sarılmaya devam ediyor.

Nihayetinde toprak sallandığında, yüreklerimiz sallanmasın, betonlar değil, insanlığımız yükselsin ve bir daha asla, bir çocuğun kendisi ve oyuncağı enkaz altında kalmasın. Rabbim bir daha böyle acılar yaşatmasın.

Maalesef ki insan nisyanla maluldür. Zamanla unutuyor, sanki hiç yaşanmamış gibi devam ediyor hayatına. Acıyla yaşanmaz, evet! Ama çözüm üretebilmek için, enkazın altına hep birlikte elimizi koymamız gerekir. Daha sağlam binalar, daha güvenli şehirler, daha bilinçli bir toplum inşa etmeliyiz.

Son olarak, bir arabanın arkasında gördüğüm o cümleyi hatırlayalım:

“Sallanırken Allah’a verdiğiniz sözü unutmayın.”

Vesselam.