Bir şarkıyla geldi akşam
Bin sitemle indi bağrımıza gam
Mihman oldu semtimize o şarkı
Âşıkları dâra çekti o şarkı
Geçtik sabânın tesiriyle kendimizden
Düştük gülşende aşka
Bade-î nûş ettik
Olduk biz de yananlardan
Ve birden kapladı içimizi
Mevsim-i hazân
Ah ettik ay yüzlülerin aşkıyla yananlara
Ah ettik aşktan imtinâ kılanlara
Sonsuzluğu seyreden gözlerimiz
Kuşatılınca bir hicazkârla
Deryadan katreler sundu
Derde âşinâ bir maya
Karıştı birbirine ten ve cân
Öpüştü birbiriyle zaman ve mekân
Çerhin sitemiyle dolarken ruhumuz
Karşıladı bizi
Hüznün sesi olan makam
Hüzzamla girdik dostlar hanesine
Oturmuşlar her biri bir yanda sohbete
Sözden çerağ yakmışlar
Bu hayalhanesine...
Bir yanda ud ses verir
Bir yanda sazlar çalar
Bir yanı gamdan hisar
Bir yanda mâşuk ağlar
Dokunduğu her yeri
Kül eden nağme ağlar
Sırlardan sırra varan
Gençler, kocalar ağlar (İsmail Bingöl)
Bir eski şarkıydı dinlediğim. Bütün eski şarkıları hatırlatan... Bütün eski şarkılar gibi ağlatan... Her mısraı bir ateş topu, her nağmesi yıldırım gibi düşen... Yalımlı alevler kucaklıyordu sanki bizi bu dinleyişte... Sızılar sızıya ekleniyor, sancılar yeni sancıları doğuruyordu bu kendinden geçişte...
Bir yalvarış, bir haykırış, bir sızlanış, bir savruluş bırakıyordu yüreklere şarkı... İpince gövdelere upuzun acılar resmediyordu adeta... Düşlerini yitiren, hayallerini yakan, sevdalarını uzak diyarlara hicret ettirenlere tercüman olmak için bestelenmişti belki bu şarkı... Ve de bütün şarkılardan, bütün o eski nağmelerden bir parça, bütün anılardan bir iz taşıyordu. Hayallerin bile eskimesinin nasıl ama nasıl bir hicran olduğunu dalga dalga yükselen, dağ dağ büyüyen ses dönüp dönüp anlatıyordu şarkıda…
Duyguların el ele verdiği yüreklerde birer bomba tesiri yapmaz mıydı zaten şarkılar... Aşk sürgünü, sevda yorgunu, insanlık vurgunu olanlar için samimiyetin ve içtenliğin sesi, inceliğin simgesi değil midir şarkılar? Tellerden ruhlara dökülen, yüreklere ekilen şarkılar...
Sayısız dağ, dere, tepe aşarak gelen, içinde bin bir çiçekten bin bir râyiha taşıyan rüzgârlar gibidir şarkılar... Şarkılarımız... Ve dinlediğim o şarkı... Bir hançerin ince ince oyarak girişidir bedene... O incecik ve narin duyguların sığabildiği bedenlere... Farkında olmanın acısını her gün, her saat, her an yaşayanlara... Kavgalar ve günbegün artan kahır sebebiyle yorgun düştükleri bu dünya meydanında sitem rüzgârlarına göğüslerini açanlara... Neler söyler, neler anlatır o şarkılar... Boyu devrilesi, körolası şarkılar... Sonsuza kadar yaşayası şarkılar... Ve o şarkı...
Şarkılar... Sürgünü olduğumuz... Şarkılar... Vurgunu olduğumuz... Şarkılar... Dargını olduğumuz... Bizi bizden alan... Ruhumuzu gurbetlere salan... Eski yaraları açıp, bizi tekrar tekrar ağlatan... Destursuz, pervâsız içimize dalıp, unutuluşa terkettiklerimizi bir daha, bir daha hatırlatan... İşte böyledir ki; mâziyle irtibat kurmada hiç bir şey yarışamaz şarkılarla...
Ah o şarkı... Solgun ve sarı... Nazik ve nâzenin... Her duyana, her işitene; her dinleyene kendince bir şeyler söyleyen... Ve bir taşra kentinde; otuz derece soğukta, kalemin içindeki mürekkebin dahi donduğu bir mekânda bu yazıyı yazdıran...
Ah o şarkı... Ah o şarkılar... Niye bizi zulümlere ittiniz. Niye eski defterleri açtınız? Niye bize hangi zamanda yaşadığımızı hatırlattınız?
Her zaman var mıydı bu şarkı... Yoksa biz mi besteledik onu kendimizi avutmak için... Sahi yaşıyor mu hâlâ o şarkı? Ve belki de şairin dediği gibi;
"Sustu uzak kemanlarda o şarkı
Dönmemek üzere kanatlandı kuşlar " (İlhan Geçer)