0

Haşim'in "Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz." Sözü aklıma geliyor. Mehmet Akif Ersoy'u anlamak içinse "gülüştüklerimiz" yerine "tefekkürlerimiz"olmalı. Neden mi, çünkü şarimizin her hatırasını yad ettiğimizde bir vicdanı tahattur etmekten öteye gidemiyoruz.

Büyük şair, dava adamı ve dahası bir vicdan abidesi olan Mehmet Akif'in Darü'l-fünûn'daki hocalık yıllarının kıymete haiz hatıralarını dinlediğimizde bir devrin muhasebesini yapmak için çokça vakit kalıyor bize.

Mehmet Akif'in hocalığı Anadolu'da bazı görevlerden sonra Halkalı Ziraat Mektebinde başlar. Burada Kitabet-i Resmiye (kompozisyon)hocalığı yaptıktan sonra Darü'l-fünûn edebiyat fakültesinin dikkatini çeker. O, aslında hep Darü'l-fünûn'la ilgilenmiştir. Daha üniversiteye geçmeden önce Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınladığı ilk makalesi "Darü'l-fünûn Talebesine Mühim Bir Tebşir" başlığını taşımaktadır. Üniversite gençliğine mühim bir müjde olarak nitelendirdiği bu makalesi şair-yazar A. Vahap Akbaş hocamız tarafından günümüz gençliği ve edebiyat dünyasına sadeleştirilerek yeniden kazandırılmıştır.

"Muhterem Kardeşlerim,

Maarif Nezareti'nde yapılan bir düzenlemeden okulunuz da nasibini almış, size yeni yeni, kıymetli kıymetli öğretmenler tayin edilmiş. Eğitim heyetini teşkil eden kişilerin çoğu memleketimizce öteden beri tanındığı için ben size yalnız Arap Edebiyatı hocası Ali Fehmi Efendi Hazretleri'nden bahsedeceğim.

…Kendisini ilk defa eski bir tanıdığımın evinde görmüştüm. Ev sahibinden benim de Arap diliyle biraz uğraştığımı işitince bana pek büyük teveccühler, iltifatlar gösterdi. Arap ediplerinden kimleri tanıdığımı, ne gibi eserlerle meşgul olduğumu sordu."(A.Vahap Akbaş, Mehmet Akif, Düz Yazılar, Beyan Yayınları İst. 2011)

Mehmet Akif'in Darülfünûn Hatıraları, aslında üniversitelerimizde tez konusu olabilecek kapsamda sosyolojik,psikolojik, siyasî ve ahlak felsefesiyle iç içedir. Onun Darülfünûn'a gelişi ilginç bir hatıra ile başlar. Edebiyat tarihimizi akademik anlamda inceleyenlerin tanıdığı Hacı İbrahim Efendi, Darülfünun Fünûn Edebiyat Şubesinde Edebiyat-ı Osmaniyye dersini verir. Mehmet Akif de Edebiyat Fakültesine tayin olununca hocalar arasında ders paylaşımı yapılır ve Edebiyat-ı Osmaniyye dersi Hacı İbrahim Efendi'den alınıp Mehmet Akif‟e tebliğ edilir. Hacı İbrahim Efendi, hem bu ders için talebelerle vedalaşmak hem de bu genç hocayı talebelere takdim için Mehmet Akif'le sınıfa gider. Hacı İbrahim Efendi, bıyığı daha yeni terlemiş Mehmet Akif‟i biraz süzdükten sonra "Arkadaşlar, bundan sonra Edebiyat-ı Osmaniyye dersini Mehmet Akif Bey verecek. Ben de bilahare gelir,bu dersi yine size anlatırım." Der.

Bu sözün sahibi olan Hacı İbrahim Efendi aslında kötü bir insan değildir. Sadece dersi elinden alındığı için hayıfkar bir tavır içindedir. Bu zat, Tanzimat Edebiyatçılarının memlekete dayattığı yeni edebiyatın karşısında yer almış. Ve Daha sonra yenilikçilerin devamı olan Servet-i Fünûn dergisinin karşısında Malumat dergisini çıkarmıştır. O, Batı düşüncesi karşısında direnen ediplerin lideri durumundaydı. Recaizade Mahmut Ekrem'in çıkardığı ve yeni edebiyatın kaidelerini, retoriğini oluşturan Talim-i Edebiyat kitabını yermiş. Bunun karşısında Belağat-ı Osmaniyyeyi en hararetli savunanların başında gelmiştir. O, Servet-i Fünûncuların fikir babası olan Recaizade'nin Ta'lim-i Edebiyatı üzerine elli küsur eleştiri yazısı yazmış bir adamdır. Mehmet Akif‟ide zamanla çok seven bu zat milli şairimiz üzerinde derin izler bırakır, ona bir nevi rol model de olur.

Darülfünun edebiyat şubesinde hocaların nazarında bir Mehmet Akif'i tahattür ederek başladığımız serüvene onu, talebeleri üzerinde bıraktığı etkiyi zikreden bir hatıra ile devam edelim: Edebiyat Fakültesinde Mehmet Akif'in öğrencileri arasında "Çalıkuşu, Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe" romanlarıyla haklı bir şöhret kazanan Reşat Nuri Güntekin de vardır. Onun, Mehmet Akif‟e dair ilk intibaları şöyledir:

"Derken kapı açılıyor; içeriye orta boylu, kara, top sakallı kalender bir zat giriyor. Şemsiyesiyle lastiklerini kapının arkasına bıraktıktan sonra talebe sıralarına gideceği yerde muallim kürsüsüne doğruluyor. O zaman yanımdaki arkadaştan öğreniyorum ki bu zat edebiyat muallimimiz Mehmet Akiftir. Akif, derslerinde manzumeler yazdırıp izah etmiştir."

O sırada bu öğretim tarzını Darülfünûn için basit bulan Reşat Nuri, Maarif Vekaleti (MEB) müfettişi iken yazdığı makalede büyük şairimizi haklı görerek "Aradan geçmiş bunca seneden sonra anlıyorum ki Âkif, o zaman bizim için yapılacak şeylerin en iyisini yapmıştır. Onun sağlam mantığı, samimi ve pratik zekası; çürük temel üzerine kurulacak nazariyelerin boşluğunu anlamış, bir hoca için en iyi usulün –planı programı bir yana bırakarak- talebeyi hangi seviyede bulursa orada alıp yürütmek olduğunu gayet iyi takdir etmiştir." Diye hatıralarında nakleder.

Mehmet Akif'in Darü'l-fünûn yıllarında klasik edebiyat tarzında şiirler beğendiğini ve bu minvalde şiirler de yazdığını Kaya Bilgegil hocamız, bir makalesinde zikretmişti.(Kaya Bilgegil, Mehmet Akif'in Basılmamış Bazı Mektupları, Atatürk Ü. Edebiyat Fak. Arşt. Dergisi, Erzurum, Ekim 1971 Sayı 3 s.3-32)Mehmet Akif, sonradan Milli Mücadele yıllarında bu şiirlerini yakmıştır. Onun divan edebiyatı tarzını yansıtan bir kısmı,Hazine-i Fünûn dergisinde yayınlanır. "Allah'ını seversen nazarımdan güzar etme" dizesiyle başlayan bu şiirin ilk beyti şöyledir:

Allah'ı seversen nazarımdan güzer etme/ Müştakım başın içün olsun heder etme!

Mehmet Akif Ersoy,İstanbul Darü'l-fünûn Edebiyat Şubesi'nde verdiği dersleri de ihtiva eden Kavaid-i Edebiye (İstanbul, 1329, 16 s.) adlı eserinin ilk formasını bu dönemde yayımlama imkanı bulmuştur.

Günümüzde özellikle üniversite "gençliği nereye gidiyor?" sorusu devlet ricalini düşündürürken bu gençliği aslî mecrasına yönlendirecek ve Mehmet Akif'i rol model alan hocaların hep ötekileştirildiklerini üzülerek müşahede ediyorum.