Dünyayı sevmeyenler çünkü insanı da sevmiyor, sevmeyi beceremiyor. Ve insan sevgisi kaybolunca insandan geriye hiçbir şey kalmıyor. Gerçek şu ki hayatın kalitesi tebessüm eden insan sayısıyla doğrudan ilgili… Her somurtuş hayatı biraz daha geriye itiyor. Her paylama insandan güven duygusunu biraz daha alıyor. Her çatık kaş kalbe giden iyi hücrelerin sayısını azaltıyor. Her tepeden bakış, insanın dikliğine yönelik sayısız tehdit barındırıyor. İçinde dünya sevgisinin de olduğu sevgiyi reddeden bütün yaklaşımlar insana ihanet ediyor, artık buna inanıyorum. Çakıl taşına sevgiyle bakmayanlar insanın ve dünyanın kemiklerini kırıyor; çiçeğe övgü düzmeyenler ruhu bakışlarıyla eziyor; rüzgarın sesinden keyif almayanlar barut kokusuna, biber gazına sığınıyor; sanatın diriltici etkisini tahfif edenler bilimin gazabından medet umuyor. Böylece büyüyor kötülükler, böylece yayılıyor huzursuzluk, dünya böylece talan edilmiş bahçelere dönüşüyor.
Bir kez daha yineleyelim: İyi insanların çoğu hayattan keyif alanlardan çıkıyor. Daha başka bir ifadeyle hayatı sevenler insanı da seviyor. Kendiyle barışık olanlar dünyayla da, dünyayla barışık olanlar insanla da iyi geçiniyor. Mesele şu ki insan sevgisinin dünya sevgisiyle muhakkak bir ilgisi var ve dünya sevilmeden insan sevilmiyor. Burada elbette dünyayı sevmek yaşamayı fetişleştirmek, ona azgın bir tutkuyla bağlanmak değildir. Sevginin kendi içeriğinde olduğu gibi ona yakından bakmak, her bakıştan yeni anlamlar çıkarmak, ona dokunmak, onu olması gerektiği kadarıyla içine almak, kanına karıştırmak, parçası addetmek... Sevginin yolu anlamaktan geçtiği için aslında bir bakıma onu tam da onun talepleri doğrultusunda sevmek. Ne fazla ne eksik değil.
İyilik güzelleştiriyor, kötülük çirkinleştiriyor. İyilik tamir ediyor, kötülük bozuyor. İyiliğin sevgiyle kötülüğün nefretle, en azından sevgisizlikle ilgilisi var. Bu da neye olursa olsun sevgiyle bağlı olanların iyiliğe, nefretle yürüyenlerin kötülüğe yaklaştıklarını gösterir. Yakın zamana kadar karşıtlıklar üzerinden temellendirdiğim, aslında belki de inandığım bir husus vardı: İçimizdeki dünya sevgisini azaltırsak ahiret sevgisi artar. Hayır, artık bu yaklaşım biçiminin doğruluğuna inanmıyorum. Sayısız test ediş bana dünya sevgisi ile ahiret sevgisinin ortak paydası olduğunu, sevginin ışık gibi akışkan, şeffaf doğasından dolayı, dünyayı sevmenin, hayata bağlı olmanın öteki dünyayı da anlamlı hale getirdiğini öğretti. Tanrı’nın yarattıklarını sevmeyenler Tanrı’yı nasıl sevsin? Eşyayı övmeyenler, övmeyi bilmeyenler onun ayetlerine nasıl boyun eğsin? Buradan hareketle paradigmamı değiştirdim. Aslında metin okumaları ile somutlaştırdığım, formüle dönüştürdüğüm dünya-ahiret karşıtlığı insan yüzlerinde ve davranışlarında yeni kombinasyonlara kapı araladı ve artık neredeyse eminim: Dünyaya sevgiyle bakmayan insan sevmeyi öğrenemiyor, sevmeyi bilmeyen insan da Yaratıcısının yarattığı öteki şeyleri de sevmiyor. Kalpten sevgi boşaltılınca geriye duygulardan arındırılmış kupkuru bir inanç kalıyor. Dünya sevgisinin ilham vermediği bir ahiret sevgisi insanı kötülüklerden alıkoymuyor. Dünyayı ahır gibi görenin cennet tahayyülü zaten kendiliğinden bahçe olamayacağına göre dünyaya yönelik nefretin hiçbir vadide çiçek açtırmayacağını düşünüyorum. Bu, neredeyse kesinleştirilebilir bir yargı gibi duruyor. Çevreme ne vakit baksam, bana değer verenlerin aynı zamanda göğü, ırmağı, taşı, kuşu, köpeği, böceği de sevenler olduğunu; beni bir hiç hissettirenlerin her şeye öfkeyle, öç alma duygusuyla yöneldiklerini fark ediyorum. Ve bu sevgi, dünya yöneltilmiş bu yakından bakış; hiçbir zaman, hiçbir yerde istisna teşkil etmeyecek şekilde enine biriktirilen, temerküze yol açmayacak çoğalmalara zemin hazırlayan pekiştirilmiş ama asla kışkırtılmış bir sevgiye dönüşmüyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse hayatı iki iç dünya mahvediyor: Bu dünyanın mutlak zindan olduğunu ve burayla ilgili her türden tasarrrufu dondurarak öteki dünyaya yatırım yapılması gerektiğini söyleyenler ile hayatın sadece buradan ibaret olduğunu, dolayısıyla ona tapınılması gerektiğini ifade edenler. Uçlarda yer alan bu iki iç dünya yüzeyde birbirine ne kadar uzaksa derinlerde de o kadar yakın duruyor. Hiç inanmayanlar ile inancı dünyayı karartanların bulanık suyu aynı kökenden çıkıyor: Sevgisizlik… Çünkü gerçekten de öte dünya aşkıyla bu dünyayı, hayatı, insanı ve bunlara yönelik sevgiyi kalbinden çıkaranlar sevmeyi unuttuğu; öteki dünyayı ıskalayarak amaçlarını sadece bu dünyaya teksif edenlerin ise sevmeyi sıradanlaştırarak köklerini kuruttuğu için kötü insanlara dönüştüğünü görüyorum. Bunların her ikisi de aşırılığın makuliyet üzerindeki ışığa keskin müdahaleleri olarak hayatı zehirliyor. Sevmeyi unutanların insanı sevmesini nasıl bekleyebiliriz? Korkuyu aşılayanların cesaret sözlerine nasıl inanabiliriz? Korku iklimi yaratanların peşinden nasıl gidebiliriz? Allah’ın en büyük mucizesi insana kendini kötü hissettirenlerin, onun yüzünü bakışlarıyla kırbaçlayanların metafiziği arşa çıksa ne olur sanki? Komşusu açken tok yatanlardan bahsetmiyorum bile; kendi insanını açlığa, zulme, sefalete reva görenlerin, burnunun dibinde her gün, her saat, her saniye bebek ölümlerine sessiz kalanların, birilerinin evlerine ateş düşerken kendileri konakların, villaların, sarayların, ofislerin pencerelerinden dışarı bakarak hayatlarından hoşnutluk hissedenlerin kalbindeki sevgiye nasıl inanabiliriz ki? Dünyayı Allah değil şeytan yaratsa belki ondan nefret etmemiz gerekirdi ama değil. İnsanı da öyle… Ölçümü değiştiriyorum: Ben artık insanı seveni seviyorum, onu inciteni değil…