Dünyayı “bekleme salonu”na benzeten Bediüzzaman, Türkmen dervişi Yûnus Emre gibi ölüme “dostça” bakmamızı sağlıyor. Evet, ölümden ürkmenin, dehşete kapılmanın anlamı yok, faydası da. Zira Hazret-i Âdem’den kıyamete kadar yeryüzüne gelip konaklayan herkes “ölümü tadıcı”dır. O hâlde endişe gereksiz, çünkü yol mecburi. Öz vatana ebedî dünyaya hazırlığımızı yapıyor muyuz, asıl mesele bu!

Geçenlerde Ömer Kara Bey’den haberi aldım. Çok kıymetli ilim insanı, edibe Prof. Dr. Beynun Akyavaş Hanımefendi, pazartesi günü Ankara’da vefat etmiş. O, şimdi “cennet bahçesi”ne dönüştüğüne inandığım Cebeci Mezarlığı’ndaki aile sofasında anne babasıyla birlikte mahşeri bekliyor. Rabbim gani gani rahmet eylesin. Ruhları şad, mekânları cennet, menzilleri mübarek, makamları yüksek olsun.

Beynun Akyavaş’ın İstanbul’a muhabbeti çoktu. Aziz şehrimize anne şefkatiyle yaklaşmış, dertleriyle hemdert olmuştu. Yazıları, tercümeleri, hatıraları, araştırmaları, incelemeleri vardır. Tercümesini yaptığı Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa Sefâretnâmesi mühimdir. Seni Seven Neylesün isimli eseri mükemmeldir. Kitapta, yazarın vatan, dil, tarih ve medeniyet gibi yüce değerlerle İstanbul üzerine yazmış olduğu ince bir zevk ve hassas bir şuurun mahsulü yazıları bulunuyor. Sultanîyegâh İstanbul, Dersaadet’e dair kaleme alınmış en güzel eserlerdendir; çocuklarımıza ve bilhassa gençlerimize okutulmalıdır. Sayfalarda İstanbul’un gizli kalmış birçok güzelliği öne çıkarılırken, ihmal ve gafletimize de dikkat çekiliyor. Okurken kâh mesut oldum, kâh hüzünlendim. Yazarımız İstanbul’un fotoğrafını çekip kıymetli malumatla bizi donatıyor, şehrin ruhunu net biçimde çiziyor. Bizi vicdanımız, aklımız ve kalbimizle baş başa bırakıyor.

Beynun Akyavaş’a göre İstanbul “Evliyalar Şehri”dir. Diyor ki: “İstanbul yalnız saltanatlı kubbeler ve minareler şehri değil, sırlar içinde kalmış ulu bir evliyalar şehridir. Bu manevî ufuklar, bu büyülü manzaralar, bu ilâhî güzellikler dünyada başka hangi şehirde var? Osmanlı dinî üslûbuyla yapılmış türbeler, sahâbe ve Fetih şehitlerinin mübârek kabirleri ruhaniyetlerinden istifade etmek için ziyaret edilen adak yerleri olmuştur. Bu iklimin velîleri İstanbul halkının gözüne ya Gül Baba, Elekli Baba, Horoz Baba gibi yaşlı, müşfik bir baba veya Tezveren Dede, Nalıncı Dede, Kovacı dede gibi aksakallı bir dede sevimliliğiyle görünmüşlerdir.”

Evliya Çelebi’nin yeryüzünde yaptığı seyahati İstanbul’da yapmıştı. Türbeleri, mezarlıkları, çeşmeleri, sebilleri gezip dolaşıyor, gördüklerini dile getiriyordu. Anlatılanları okurken bazen mutlu oluyor bazen de hüzne ve hüsrana uğruyoruz. Tarihe ve tarihî eserlere olan ilgisizlik, derin bir hicran yarası açıyor içimizde. Yazarımızı rahmetli Süheyl Ünver’e benzetirdim; Beynun Hanım da İstanbul’un muhafızlarındandı. Yanlışlara işaret eder, hataları görür, görevlilere hatırlatmada bulunurdu. Sözleri keskin, hükümleri dobraydı. En son söyleyeceğini en başta söylerdi. İnancından gelen büyük müsamahaya sahipti ama kültür ve medeniyet katillerine asla iyi gözle bakmazdı.

Sultaniyegâh İstanbul’da Beynun Akyavaş’ı sorumluluk sahibi bir seyyah edasında görürüz. Ama sadece bir seyyah değil. O, şehrin sahiplerinden seçkin bir münevverdi aynı zamanda. Tarihî eserlere gösterilen lakaytlıklar onu yaralar, hele saygısızlıkları asla affetmez, gereken cevabı derhâl verirdi. Bu bir kitap değil eşsiz hazine! Maziye yapılan bir cevelân… Payitahtta bir şehrâyin… Bir zihin yolculuğu… Nesneler, eserler, şahsiyetler, bütün bir Boğaziçi medeniyeti iç içe…  Sultaniyegâh İstanbul, bir iç sızısı, bir gönül dağlayışı, bir keder bulutu… Yazar, nereye el atsa kanayan bir yara ile karşılaşıyor, hiç olmazsa sözleriyle, satırlarıyla bu derde merhem olmaya çalışıyor.

Bir taç eser, bir şaheser olan Sultaniyegâh İstanbul’da büyük bir insicam, ahenk vardır. Yazar, metinler arasındaki fikir örgüsünü ölümsüz bir kanaviçe gibi işlemiştir. Zaman zaman hâfızalarda kalacak beyitler, yürek yakan türküler, bamteline dokunan hoyratlar ve hüzünlü maniler süslüyor sayfaları. Folklor mu istersiniz, kitapta var. “Kâtibim” türküsünü hepimiz söyler geçeriz, ama hikâyesini, menkıbesini, destanını yazarımız kaleme almış, sonra da irfanımıza armağan etmiştir. Allah kendisinden bin defa razı olsun. Kitapta “Allah’dan Korkun!” başlıklı bir yazı var ki, içinde azıcık merhamet, sadakat, vefa hissi taşıyan insanları derinden sarsacak kıratta bir hadiseyi anlatıyor. “İstanbul’u sevmek vatanı sevmektir. İstanbul’u sevmek ahlaktır. İstanbul’u sevmek şuurlu olmaktır. İstanbul’u sevmek zahmetli, eziyetli, veballi iştir. İstanbul kalp ve gönül gözüyle görülmeli, ibadet edermiş gibi korunmalıdır. Gözü bu şehri görmeyen, kulağı bu şehrin musikisini işitmeyen, kalbinde İstanbul sevdası bulunmayan kişi, bu hassasiyetten ne anlar? Eserdeki metinlere serpiştirilmiş tavsiyeler, teklifler, tahliller, öfkeler, kızgınlıklar, celalli hitaplar var. Tarihî eserlerimize hoyratça davranan nadanlara karşı “Allah’dan korkun. Peygamber’den utanın!” diye seslenir Akyavaş.

Yazarımızın merhum babası Ragıp Akyavaş’ın yazılarını derleyip Diyanet’te bir külliyat olarak yayımlatması ayrı fasıl, kadirşinas unutulmaz bir hizmetti. O, bir “şefkat kahramanı”ydı. Genç yaşta Hakk’a yürüyen manevi evladı Ayşe Lâle Işık’a tam annelik etmişti. Güzel ömrünü sürdü, vazifesini yaptı, ulu daveti aldı, sefere çıktı. Şimdi görev sırası bizdedir. Üsküdar’ın eski Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, Çengelköy’de bir caddeye “Beynun Akyavaş” adını vermişti, sağ olsun. Ancak yazarımızın hatırasını yaşatmak için daha yapacağımız çok çalışma var. Haydi, “Gelin ey Fatiha’lar, Yâsin’ler!”