0

Kelimelerin anlatabilme iştiyakından çıkıp, isyan uçurumundan atladığı zamanlar vardır;

Tesir ve teselli gücünü yitirdiğini anladığı zamanlar…

Istırabın derin kuyusuna inip yeni yeni yangınlarla tanışınca onlar, kısa zamanlı da olsa kaçınılmaz bir körelme yaşarlar… Yurtlarını sükûta bırakırlar…

Özge bir canın, akıllara durgunluk yükleyen bir şekilde yakılarak öldürülmesinden sonra art arda gelen ölüm haberleri insanlığın geldiği nokta konusunda ümidimizi yitirmemize, karanlık korkularla tanışmamıza neden oldu. Köşe başlarını "vahşet, dehşet, cinnet" gibi ifadeler tuttu… Varlığından haberdar olduğumuz fakat zikretmekten bile ölesiye korktuğumuz çirkinliklerin, daha büyük bir çığlıkla düşünme yetimizi zorlamasıydı bu. Tutup gafletimizin omuzlarından, sarsmasıydı. Bu üzücü sürecin kaleme aldığı her yazı –itiraf etmeliyim ki- daracık hücrelere taşıdı beni, simsiyah bir labirent eyledi içimi… Buna mukabil kargaşa değil de kavram üzerinde duran munis bir ikaz, eşiğinden ışık sızan bir kapıya benzedi; "şiddete hayır" yerine "hoşgörüye evet"…yapılmaması gerekenleri söylemek yerine yapılması gerekenler üzerinde durmak… Çirkine odaklanmak yerine güzeli çağırmak… Güzeldi.

Acılarımız kadar tuhaf, onlara duyduğumuz öfkenin tezahürleri de… Çok değil ama, acılarımız kadar…

Ezberlenmiş acılarımız var bizim. İçselleştirmeden, ağrıtmasına müsaade etmeden sokağa döker, gürültülerle pansuman ederiz onları… Kalbimizin üzerine bağdaş kurması gereken sorumluluğun omuzlarımızdan teğet geçmesi için sesimizle ezeriz tefekkür çağlayanlarını; çığlık çığlığa yollara düşen bir öfkenin sarıverdiğine inanırız yaraları… Sözüm yok soylu isyanlara ama ezberlenmiş ve bilgi yükünü sınava girdikten sonra üzerinden atmayı hedeflemiş bir öğrencinin unutacağı dersler gibidir acılarımız bizim. Genellikle duaya durmaz, kendine sarılmaz, çabucak kurtulmak ister yangınından…

Dünyaya yaydığımız enerjinin etkisini sormaz, tutup omuzlarımızdan "evren çatısı altında yapabileceklerinin en güzelini yapmaya muvaffak oldun mu ki suçu, olanca gücünle bir kanala hapsettin, yüzde birlik bir pay dahi bırakmadın kendine" diye sorgulamaz, düzendeki yerimiz kadar hatadaki mesuliyetimizin de küçük olmadığını hatırlatmaz acılarımız bizim… Bizim acılarımız birbirine sarılmaz, saramaz dolayısıyla, oturup konuşamaz; suçlar ama suçlanmaz, özür dilemez acılarımız bizim…

Biz acılarımızı fotokopi makinalarına, e kartlara, klişe tabirlere teslim eder de son dönemin favori hareketi içinde alırız yerimizi; "korkmayın" ile başlayan cümlelerde… "Korkmayın paylaşmakla Rabia olmazsınız…" "Korkmayın paylaşmakla ülkücü olmaz, Türk olmazsınız…" Nasıl bir düşünce yapısının istilası bu? Açılımı "ben kendimi, mesuliyetimi, derdimi bırakıp seninle uğraşıyorum" değil mi? Daha üzücüsü; "senin elem metodunun benimle aynı tonu, aynı fonu, aynı rengi paylaşmıyor olmasına saygı göstermiyorum." değil mi?

Biz ağrımayı nerede bıraktık a canım? Ne vakit uzaklaştık yüreğini merhametle öpmekten bir hıçkırığın? Sütten yavrusunu kesmek zorunda kalan bir anneyle konuştuktan sonra mescide sığınıp sarsıla sarsıla ağlayan ve kendini "yazıklar olsun sana Ömer" diye suçlayan halifenin acıyla irkilen kalbini, ne zaman vazgeçtik anmaktan… Otuz senelik dostunun değiştiremediği hatasına tevafuk edip içini kavuran derviş meşrepli insanların evladı olma bilincini nerede yitirdik?

Biz acıyı şuurlu bir duruşa teslim etmekten ne zaman vazgeçtik?

Selam ile

Nuray Alper