Gaziantepli bir kadayıf ustasının bakır tepsisinin başında durduğunu hayal edin. O an, ustanın elleri yalnızca birer uzuv değil, nesillerdir biriken sükûnetin, sabrın ve malzemenin sırrına ermiş bir irfanın tecessüm etmiş halidir. Tel tel dökülen hamurun cızırtısı, sadeyağın odayı dolduran rayihası ve fıstığın yeşilinin vaat ettiği lezzet arasında kusursuz bir insicam vardır. Usta, en iyi kadayıfı yapma eyleminin zirvesine ulaştığında, aslında kâinatın küçük bir modelini, holistik bir ahengi kendi sanatında yeniden üretmektedir. Tam o saniyede, ustanın ulaştığı mükemmellik anının, Bursa’daki bir kaymak üreticisinin zihninde “Bu kadayıfa en iyi hangi kaymak yakışır?” sorusunu tetiklemesi tesadüf müdür? Yoksa aralarında görünmez bir bağ, ortak bir şuur alanı mı titreşmektedir?

Bu soru beni yıllar önce yaşadığım tuhaf bir ana götürüyor. Babamın cenazesinde, hiç tanımadığım uzak bir akraba yanıma gelip şunu söylemişti: “Dün gece rüyamda onu gördüm, elinde bir kuş vardı, bana bakıp gülümsedi.” Ben de aynı sabah rüyayı görmüştüm. Aynı kuş, aynı gülümseme. İlk tepkim, acının zihnimize oynadığı bir oyundur, dedim. Tesadüf. Ama o kelimeler içime işledikçe daha derin, daha sarsıcı bir ihtimal belirdi: Ya tesadüf değilse? Ya yas, en katı zihinleri bile bu ortak, görünmez alana karşı daha geçirgen kılıyorsa? Ya kayıp birinin ruhu, ardında bıraktığı bilinçlere aynı anda dokunabiliyorsa?

Jung’un kolektif bilinçdışı dediği dipsiz mahzen, Sheldrake’in morfik rezonans adını verdiği görünmez ağ, Mevlana’nın “Aynı denize akıyoruz” diye tarif ettiği nihai akış... Adına ne dersek diyelim, hepsi aynı hakikatin etrafında döner: Zihinlerimiz, kafataslarımıza hapsolmuş, birbirinden yalıtılmış et parçaları değildir. Bizler birer ada değil, suyun altından birbirine bağlı bir takımadayız. Tıpkı bir grup öğrencinin girdiği sınavda, dışarı çıkanların başarısının içerideki diğerlerini gizemli şekilde yukarı çektiği meşhur düşünce deneyi gibi. Bilgi, bir şekilde ortak alana sızar ve başka zihinlerde potansiyel olarak yankılanır. Damla, okyanusun tuzunu taşır.

Fakat tam bu noktada, buz gibi bir soru zihnin ortasına düşer: “Eğer böyle kolektif bir deha alanı varsa, Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı gibi bir zirve inşa ederken bu şuur neredeydi? O başyapıtın mürekkebi kuruduktan sonra, neden Türk edebiyatı aynı alandan beslenip yeni bir Nobel adayı dahi çıkaramadı?” Bu soru bir bıçaktır. Ve meşrudur. Hatta şarttır. Aksi halde, güzel laflar etmenin narsisizminden öteye geçemeyiz.

İlk cevap kolaycıdır: Olabilir ki ortak bilinç alanı, her an orada duran devasa bir kütüphanedir de, biz anahtarı kaybetmişizdir. Pamuk, kütüphanenin sessizliğine çekilebilen nadir zihinlerden biriydi. Sorun vericide değil, alıcılarımızın ayarının bozuk olmasındadır. Ama bu cevap, sorumluluğu mistik bir tembelliğe yıktığı için tehlikelidir.

İkinci, daha acı olan yanıt şudur: Ya da holistik şuur, çorak bir toprakta kök salamıyor. 1990'lar Türkiye'si, kendi iç hesaplaşmaları ve sancılarıyla, entelektüel bir mayalanmanın eşiğindeydi. Pamuk’un eseri bu toprakta filizlendi, çünkü toprak buna gebeydi. Sonra ne oldu? Ekonomik refah dikkati tüketime; siyasal kutuplaşma zihinleri siperlere; sosyal medya ise derin düşünceyi anlık reflekslere hapsetti. O ortak alan hâlâ orada, ama onu besleyen rüzgârlar kesildi. Sheldrake’in teorisinde morfik alanlar tekrarla güçlenir. Eğer bir toplum olarak sürekli sığ olanı, gürültülü olanı, anlamsız olanı tekrarlıyorsak, ortak alanın frekansı da giderek sığlaşır. Sorun mistik değil, son derece somut: Zihinlerimizi beslediğimiz gıdanın kalitesi bozuk.

Üçüncü ve en rahatsız edici ihtimal ise şudur: Belki Pamuk’un başarısı bir istisna değil, bir son çırpınıştı. Belki biz, zihinleri birbirine bağlayan o kadim ağı gerçekten kaybediyoruz. Modernite bizi bireyselleştirdi. Bu bir özgürlük olduğu kadar, sürgündü de. Her birimiz kendi ışıklı ama yalıtılmış adamızda güvendeysek, aramızdaki ortak deniz kuruyordur. Ve kuruyan bir denizde rezonans değil, sadece yalnızlık yankılanır.

Fakat bu karamsar tablo bizi bir tuzağa iter: ‘Altın çağ’ yanılgısına. Geçmişi kutsanmış bir zirve, bugünü ise çorak bir vadi olarak görmeye... Oysa her dönem kendi dehasını, kendi yeraltı pınarlarında besler. Belki bugünün kolektif ruhu, artık büyük romanlarda değil, bir oyun senaryosunda, bir start-up’ın kodlarında veya kimsenin bilmediği bir mahallenin duvarına çizilmiş resimde yankılanıyordur. Dehanın dili değişmiştir belki; biz ise hâlâ eski alfabeyle okumaya çalışıyoruzdur.

O halde çözüm ne? Önce bir itiraf. Ben de gürültünün bir parçasıyım. Ben kadayıfı ne yaptım ne kaymağı. Sadece uyuma baktım, usta gibi—ama ustanın sabrını unuttum. Zihnimin, onlarca sekmesi açık bir tarayıcıdan farkı kalmadı. Bir fikrin üzerine günlerce kuluçkaya yatmanın adanmışlığını kaybettim. Bu kaybı itiraf etmeden holistik şuurdan bahsetmek, bir sahtekârlıktır.

Asıl çözüm devrimlerde değil, o küçük isyanlardadır. Sabah uyandığında telefona uzanmak yerine beş dakika sadece pencereden bakmayı seçmek. Bir tartışmada haklı çıkma şehveti yerine, karşıdakinin cümlesindeki doğru kırıntıyı arama merakı. Birine öfkeyle cevap yazmak yerine, o öfkenin altındaki kendi korkunu sorgulama cesareti. Bunlar devrim gibi görünmez, ama morfik alanlar da böyle inşa edilir: Tekrarla, niyetle, sabırla.

Günün sonunda soru, geriye ne bırakacağımız değildir. Soru, şu an, tam da bu anda ortak alana ne yaydığımızdır. Gürültü mü, yoksa sükûnet mi? Anlamsız bir sinyal mi, yoksa berrak bir nota mı? Bursa’daki kaymak ustası hâlâ bekliyor. Biz, Gaziantep'teki o kadayıfın kokusunu duyduktan sonra sessiz kalabilecek miyiz?