Sinema, müzik, popüler kültür ve sosyal medya gibi araçlarla o kadar çok Amerikan etkisine maruz kaldık ki artık hepimizin fikriyatı, yöresel ve evrensel olaylara karşı bakışı -kabul edelim ya da etmeyelim- artık bir miktar Amerikanvari bir düşünce ekseninde şekilleniyor.
Yukarıdaki yakıştırma her ne kadar rahatsız edici olsa da ne yazık ki tutarsız ve mesnetsiz değil. Amerika, yaşam biçimimize yaşattığı/dayattığı dönüşümden sonra şimdi de fikriyatımızın eksenini belirliyor. Şimdi hem bu düşünceyi ete kemiğe büründürmek hem de yukarıda kurulan sarsıcı cümleye dayanak oluşturmak için küçük fakat genele şamil birkaç misal verelim.
İçimize yerleşen Amerikalı yanımız, kendimizi ve değerlerimizi koruyacak savunma mekanizmalarımızı o kadar etkisiz hale getirdi ki sırf çıkarlarımız için masum ve insani yanımızın orta yerine tonlarca bomba bırakabiliyoruz. Bu da yetmezmiş gibi çıkarcı yanımızla övünüyor ve bu tavrımıza sınırsız destekçi bulabiliyoruz.
Artık “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü” diyemiyor tıpkı Amerika gibi insanları kıtalara, dinine, milliyetine göre ayırt edebiliyoruz. Bu kategorizasyon sonrasında dünyayı birbirine düşürecek fitneleri ortaya saçıyor ve olan biteni uzak, güvenli bir köşede keyifle seyredebiliyoruz.
İçtimai ilişkilerimiz de artık Amerikan soğukluğunda. Önceleri kendi derdimizle dahi baş başa kalamayacak kadar etrafımız kalabalıkken şimdi çöl yalnızlığında mutlu yaşadığımızı sanabiliyoruz. Rıza-i İlahi üzerine kurduğumuz ilişkiler temel dayanağını kaybettikçe üzerine bina edilen her şey haliyle soğuklaşıyor. Amerikan sineması, şarkıları, giyimi gibi mimiklerimiz de yüzümüzde sırıtıyor; artık tek bir ifade ile hayatımızı idame ettirebiliyoruz.
Afganistan'a, Irak'a, Suriye'ye, Libya'ya, Filistin’e saldırır gibi kendi değerlerimize, medeniyetimize saldırıyoruz. Geçmişimizi reddeden motivasyonumuzu hiç kaybetmiyoruz. Yok edici tüm silahlarımızı, kendi medeniyetimize yöneltmekten haz duyuyoruz. Amerikalı yanımız, kendimize çektiğimiz bu operasyona sınırsız mühimmat ve moral desteği veriyor.
Dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanlarla aynı hissiyata sahip değiliz. Onların “aşırılıkçı, terörist ve dünya güvenliğine/barışına tehdit” olarak görülmelerini umursamıyoruz. Müslüman olmayana daha çok itibar ediyor, onlarla olan dostluğumuzla övünüyoruz.
Örnek çok fakat mesele içimize yerleşmiş Amerikalı yanımız için örnek bulmak değil. Mesele, içimizdeki Amerikalıyı kanıksamış olmamız ve bu kimyasalı sindirip vücudumuzdan atamamamız.
İçimizdeki Amerikalı o kadar yapay ki naylonumsu, ruhsuz, nefes almayan ve nefes olmayan, bir şey vaat etmeyen, rahatsız edici… Buna rağmen içimizde gittikçe büyüyor hatta kök salıyor. Hal böyle olunca “İslam dünyasının içinde bulunduğu durum” derken aslında kendimizden bahsettiğimizin bilincine dahi varamıyoruz. Çünkü İslam dünyası içerisinde bir şey ifade eden düşünce yapımız tahrip edilmiş, İslam’ın bizi birleştiren ve kardeş yapan bağları kopartılmış. Bu yüzden Gazze’de “çocuklarım aç karna şehit oldu!” diye gözyaşı döken anneleri anlayamıyoruz. İşte aklımızın, ruhumuzun ve kalbimizin içinde neden koca bir Amerikalı yaratıldı sorusuna verilecek en ikna edici cevap bu.
Belki bu cevaptan daha acı gelecek fakat içimizdeki Amerikan hegemonyasının zihinlerimize işlemesi, genel kabul görmesi ve devamlılığı için dünyanın bu “düzene” uymasını bekliyoruz. Bu beklentinin adına da Stockholm sendromu diyoruz.