Hiç etrafınızda, ne olursa olsun daima iyi kalpli olan birine rastladınız mı? Yabancılara gülümseyen, karşılık beklemeden yardım eden ve dünyayı bir nebze daha sıcak bir yer haline getiren o insanlardan. Peki, bu insanları bu kadar iyi yapan nedir? Bu sadece onların doğası mı, yoksa perdenin arkasında daha fazlası mı var?

İyilik, sıkça nezaketle karıştırılır. Ama ikisi aynı şey değildir. Nezaket, toplumsal kurallara uymak, çatışmadan kaçınmak ve geçinip gitmektir. Bazen bu, gerçeği söylemekten daha kolaydır. Gerçek iyilik ise bambaşka bir kumaştan dokunmuştur. O, her zaman hoş veya sevimli olmak zorunda değildir. Bazen bir dostunuza, canını yakma pahasına acı bir gerçeği söylemek, en büyük iyiliktir. Çünkü iyiliğin özünde niyet yatar. Gerçek iyilik, başkasının menfaatini, hiçbir karşılık beklemeden, kendininkinin önüne koyma cesaretidir. Bu, bir eylemden çok bir karakter özelliğidir.

Peki bu özellik nereden geliyor? Bilim, insanın doğasında işbirliğine ve yardımlaşmaya yönelik bir eğilim olduğunu gösteriyor. Atalarımız, tek başlarına hayatta kalamayacaklarını anladıklarında, birlikte hareket etmenin gücünü keşfettiler. Bu genetik miras, bugün bile içimizde yaşıyor. Bir başkasına yardım ettiğimizde beynimiz, bizi iyi hissettiren kimyasallar salgılar. Bu, adeta biyolojik bir ödüldür. Doğa, bize iyi olmanın iyi hissettirdiğini fısıldar. Bu yüzden iyilik bulaşıcıdır. Bir iyiliğe şahit olmak bile, içimizdeki o yardım etme arzusunu tetikleyebilir.

Yine de biyoloji tek başına yeterli bir açıklama sunmuyor. Hayatın kendisi, iyiliğin en büyük öğretmenidir. En derin şefkatin, çoğu zaman en büyük acılardan doğması hayatın bir gerçeğidir. Kendi canı yanmış insanlar, başkalarının acısını daha derinden anlar. Üzüntünün, yalnızlığın veya incinmenin ne demek olduğunu bildikleri için, başkalarının aynı yollardan geçmesini istemezler. Kendi yaraları, başkalarının yaralarını sarmak için bir merheme dönüşür. Bu, acının içinden damıtılmış, paha biçilmez bir bilgeliktir.

Ancak başkalarına uzanabilmek için önce kendimizle barışık olmalıyız. Başkalarına karşı cömert olabilmenin ilk adımı, kendimize karşı nazik olmaktır. Kendi kusurlarımızı, hatalarımızı kabul etmeden, başkalarına karşı nasıl hoşgörülü olabiliriz? Kendine şefkat göstermek, bencillik değildir. Aksine, tükenmeden verebilmenin ön koşuludur. İç huzuru olmayan birinin, dışarıya sunabileceği huzur sınırlıdır.

Günümüz dünyasında ise iyilik, yeni bir sınavla karşı karşıya. Sosyal medya çağında, yapılan her yardımın bir gösteriye dönüşme riski var. İyilik, alkış toplamak için yapılan bir eylem haline geldiğinde, özünü yitirir. Önemli olan, birilerine yardım etmek mi, yoksa yardım ederken görünmek mi? Bu ince çizgi, samimiyetin turnusol kâğıdıdır. Gerçek iyilik, kimse bakmıyorken de aynı kalabilendir.

Nihayetinde iyilik, dar kalıplara hapsedilemeyecek, ucu bucağı olmayan bir okyanustur. O, insan olmanın hamurunda yoğrulmuş, ruhumuzun en eski lisanıdır. Hayatın örsünde, kendi acılarımızın çekiciyle dövülerek çelikleşir; kendine uzatılan bir elin sıcaklığıyla demlenir ve en sonunda, her gün yeniden verilen bir karara, sarsılmaz bir duruşa dönüşür. İyi insan olmak, hatasız bir melek olmak değildir elbette. Asıl marifet, hayatın en hoyrat rüzgârları eserken bile kalbinin pusulasını şefkate ayarlayabilmektir. Bir başkasının karanlığına, elinizdeki mumun aleviyle usulca dokunmaktır; o küçücük ışığın, nasıl devasa gölgeleri kovduğuna şahit olmaktır. İyilik bir eylemden öte, bir varoluş biçimidir; dünyayı toptan değiştirme iddiası değil, kendi durduğu yeri ısıtma iradesidir. Ve o irade, hepimizin içinde bir kor gibi bekler. Yeter ki üzerine üflemeye cüret edelim.