KALEYDOSKOP
Tahayyülün aksine günümüzün en büyük sorunu inançsızlık değil ahlaktan uzaklaşmadır. Dijital dünya insan ile inanç arasına giremedi fakat inanç merkezli ahlaklara ciddi müdahalelerde bulunarak kendine özgü yeni bir ahlak sistemi kurdu ve güncel yaşamdaki davranış biçimlerini doğrudan etkiledi. Batı dünyasında ahlakın inançtan kopması ve kendine bağımsız bir alan açması Spinoza'yla bizde ise modernleşmeyle başladı. Her ikisinde de ahlak inancın bir uzantısı olmaktan çıkarak yenidünyanın dayattığı güncel yaşam pratiğinin bir parçasına dönüştü. Bir bakıma, seküler dünya görüşü kendi ideolojisi, kendi yaşam tarzında olduğu gibi, kendi ahlak sistemini de kurdu. İnanç yerine etiğin referans alındığı bu yeni ahlak sisteminde toplumun değil bireyin, yetinmenin değil bitimsiz talebin, diğergamlığın değil benmerkezciliğin, kalıcı olanın değil geçici olanın, hayalin değil arzunun öne çıktığı sayısız eylem alanı mevcut.
Ahlak inanca öncelikli değildir elbette ama ahlakla tahkim edilmeyen inancın hareket kabiliyetinin kısıtlandığı da ortadadır. İnanç ontolojik, ahlak metodolojik bir meseledir. İnanç asla, ahlak usule dairdir ama değil mi ki usul aslın en önemli parçasıdır? Nihai aşamada inanç bir yaşam tarzı telkin ettiğine göre o yaşam tarzının pratik zemininin ahlak ile tamamlanması gerekmektedir. Yanlarına ahlak sistemi almayan inançların kısa sürede yoklaştığını ya da kısır bir döngüye girerek işlevsizleştiklerini gösteren hatırı sayılır örnek vardır. Dahası peygamberlerin ödevlerinden biri de insanlara duyurdukları inanç umdelerini yaşamın parçasına dönüştürmek için ahlaki bir model ortaya koymalarıdır. Bu, aynı zamanda her inanç sisteminin zımnen buyurduğu bazı eylemlerin peygamberler üzerinden modellenmesini de beraberinde getirmektedir. Böylece Kitap'lar Allah'ın sözlerini insana ulaştırırken o sözlerin eyleme dökülmesinin somut alanı da peygamberler olmakta, onların eyleyişleri ise doğrudan bir ahlak sistemine dönüşmektedir.
İnanç hissedişe, ahlak ise davranışa dairdir. Bir anlamda dua iyiliğe, iyi niyet iyilik yapmaya dönüşünce ahlak adını almaktadır… Görüldüğü gibi hissediş davranışın nüvesidir. İnsana özgü eyleme alanları, bir yönüyle, bu hissedişlerin dışarı uzanmış filizleri olarak tahayyül edilebilir. Düşünülen, hayal edilen ve tasavvur edilenler bir müddet sonra gerçeğe dönüştürüldüğü için deri altında mayalanan isteklerin mahiyeti gerçekleşme sürecinin de mutlak belirleyicisi olmaktadır. Bundan dolayıdır ki iç dünyada tortulanan talepler ne kadar sağlıklıysa dış dünyaya yayılan eylemler de o kadar iyiliğe yönelik olmaktadır. Tersi durumda, iç dünya ha bire kötülük ve nefret üzerine kurulmuş bir monolog alanına dönüşürse dışarıya çıkan da dışarıda yayılan da kötülük olmaktadır. Günümüzde siyasetten başlayarak toplumun bütün kurum ve katmanlarına yayılan kötü eyleyişlerin başlıca sebebi inançtan kopmuş, tek kişilik ahlaklara terk edilmiş iç dünyalardır. Yok etme üzerine kurulmuş hangi tasavvur harekete geçtiğinde varlaştırabilir ki?
Benzetmeler üzerinden gidersek güneş inanç ile ışık ise ahlak ile özdeşleştirilebilir. Güneş yoksa zaten ışık da yok demektir. Bu, kaynağını metafizikten almayan hiçbir ahlak sistemi olamayacağını göstermektedir. Fizik alanında bir ahlaktan ziyade bir tepkimeden bahsedilebilir ancak. Öte taraftan, güneş var ama ışık ulaştırmıyorsa bu da karanlıkta kalmak demektir. Dinin ahlakla tahkim edilmeden, insanın yüreğine girme yolları inceltilmeden yaşamın içine dalması yahut dalıyormuş gibi görünmesi durumları tam da buna örnektir. Görünüşte inanç abidesi özde ise yozlaşmanın olduğu toplumlar tam da bu duruma örnek teşkil eder. Dünyanın en sağlam tohumu bile kabuk ile buluşturulmadığında kurur. İnancın kabuğu olarak ahlak ona bir yüzey tabaka ekleyerek olduğundan çok daha geniş bir zemin vaat eder.
Güneş var, ışık yok diyebilir miyiz? Hayır. Güneş yok diyemeyeceğimize göre onun ışığını engelleyen mekanizmaların varlığından bahsetmemiz gerekecek. Tam da ışık yok edicisi olarak hırs, adaletsizlik, bencillik, ikiyüzlülük, verdiği sözü tutmama, hak hukuk tanımazlık benzeri davranışların kolektif hale gelmesinden bahsediyoruz; inanca kısa devre yaptıran, ışığı soğuran karanlık eylem alanlarından… Ahlak olmayınca inançtan topluma yayılan zarafet ışığının yoğunluğu gözleri kamaştırıyor, bulanıklaşan zihinler kendi sınırlarının dışına çıkarak bir şekilde başkalarının alanına giriyor, böylece kabalık güncel yaşamın paradigmasına dönüşüyor. Sevginin yürekten deriye hareketi, cümlenin derin yapısının yüzeyinden kopması, kavramanın merkezden dışa yönelmesi, yanlışın yanlış yapana doğru yaptığını fısıldaması… Bütün bunlar yoğun ışığın zayıf gözle temasından kaynaklı perspektif bozukluklarıdır ve tek çaresi ahlakın yeniden inançla buluşturulmasıdır.
Büyük dinlerin hepsinin yüzey yapı ve özü muhafaza edici anlamda bir ahlak sistemi kurmalarının sebebi biraz da budur. Ahlak özü koruma zarıdır. Ahlaki çatlaklık öze özgü niteliklerin çürümesi anlamına gelmektedir. Tanrı kelamına ek olarak peygamber eylemlerinin varlığı ve bu ikisinin birbirinin tamamlayıcısı olmasının yegane sebebini burada aramak gerekir. Peygambersiz inanç pratiksiz teori demektir ki pratik, hayatın vazgeçilmezidir. Işığı göze uygun hale getiren mercekler gibi. Çıplak gözle temas eden ışık gözü kör eder çünkü onun görüş alanının çok üzerinde bir potansiyele sahiptir. Peygamberler bir yönüyle ışık ayarcılarıdır bu sebepten. Biz onlar sayesinde her tarafa yayılma eğilimi ve iradesi taşıyan ışığı içimize alabiliyoruz. Onlar sayesinde ruhumuzun kapalı gözeneklerini açıp ışığı içeri buyur edebiliyoruz. Bir taraftan inancın buyurduğu hakkı ve adaleti tavsiye, adaleti mülkün temeline dönüştürme ve emaneti ehline teslim etme dokusu, öteki taraftan sonuna kadar haksızlık, sonuna kadar adaletsizlik ve mülkün temeline mülkiyetin yerleştirilmesi ile emanetin eşe dosta teslimi arasındaki derin çelişki… Aslında bir yönüyle inanç ile ahlakın parçalanarak birini ötekinin muhalifi gibi addetme gafletinin en somut örneklerinden biridir bu.
Pek çok alanda olduğu gibi ahlak alanında da günümüz dünyası büyük bir sınavdan geçiyor ve yazık ki bu sınavı büyük oranda kaybetmeyle karşı karşıya. İçine doğduğumuz dünya, tuhaf biçimde ruhun gözeneklerini saniyesinde kapatan kirli bir atmosfere sahip. Her çocuk, ruh gözenekleri körelmiş olarak doğuyor sanki. Buna bir de ruhun kalınlığını incelten, gözeneklerini açıp içeri temiz hava girmesini sağlayan ve kana belli oranda tazelik veren inancı içeri taşıma işleviyle donanmış ahlak yoksunluğu eklenince insanlar arasındaki ilişki tam olarak kemik seslerinin yükseldiği sert karşılaşmalara dönüşüyor.
Yobazlık, ahlak ile tahkim edilmemiş kuru inancın iyiliği fısıldayarak kötülük yaptırmasından başka nedir ki? Bir inanç adına, bir ibadethaneye girip insanların hayatlarını gözünü kırpmadan öldüren, aralarından bazıları ölmemiş olabilir diye tekrar gerip kafalarına kurşun sıkan bir insanda sadece inanç eksikliği mi vardır? Din adına şehirlerin en kalabalık noktasına gidip orada kendisini patlatan iç dünyalarda inanç eksikliği mi yoksa başka noksanlıklar mı vardır? Ciddi bir ahlak sorunu yaşıyoruz. Yüz yüze olduğumuz krizlerin gerisindeki en büyük muharriklerden biridir bu. İnançla beslenmiş hiçbir ahlak sistemi insana suçsuz insanların öldürülmesini buyurmaz ve dünyada insanların ölümüne seyirci kalan hiçbir yürek ahlakî değildir. Yüreği ahlak ile yumuşatılmış bir el, tetiği çekecek gücü kendinde bulabilir mi? Yaşatmaya ayarlanmış bir zihin için öldürmekten daha uzak bir yol var mı? Ne yapıyoruz da çocukken çiçeği bile incitmekten ürperen eller büyüyünce tetiği çekerken çiçek tutar gibi bakıyor öldürdüğü insanın gözbebeklerine? Öldürmenin soğukkanlılıkla buluştuğu yerde ölür insanlık…