Kışın en amansız vaktinde, her şey donmuş ve susmuşken, bembeyaz örtüyü bir haykırış gibi delen o incecik tomurcuk, kardelendir. Onun varlık sebebi, baharı beklemek değil, zorluğun tam kalbinden kendi baharını inşa etmektir. O, karın içinde saklı bir ‘vazgeçmeme’ yeminidir. Hercai menekşe ise başka bir tabiatın sesini dinler. Adındaki ‘hercailik’ bir vefasızlık değil, anı kollayan bir bilgeliktir belki de. O, kendini bütünüyle açmak için güneşin tembel sıcaklığını, zamanın ‘gel’ diyen fısıltısını bekler.
İşte o eski masal, bu iki tabiatın trajik ayrılığını anlatır: Biri, “zaman ne derse desin, ben buradayım” diye haykırır. Diğeri, “zaman ne fısıldarsa, ben oradayım” diye cevap verir. Kardelen, verilen söze güvenip ayazla tek başına dövüşürken; hercai, kendi tabiatına yenik düşerek dövüşün bitmesini beklemiştir. Bu yüzden birinin inadı hayata, diğerinin mahcubiyeti ise kendine dönüktür.
Bu eski masalın ruhu ne zaman aklıma düşse, yaşadığımız devrin ağır yükü, o bıktırıcı sorusu ruhumda yankılanır. Eski bir dost meclisinde, hayatların kariyer basamakları ve metrekareler üzerinden birer Excel tablosu gibi karşılaştırıldığı o tuhaf anlardan birinde veya bir akrabanın iyi niyetli merakında usulca ortaya bırakılan o iki kelimelik sorgu: Neden orası?
"Orası" dedikleri yer, burasıdır elbette. İstanbul’un kartpostallardan taşan, vitrinlere sığdırılan yüzü değil; vapurların yorgun bir selamla iskeleye yanaştığı, kedilerin tarihi cumbalarda küçük, miskin paşalar gibi hüküm sürdüğü, şehrin kendi gürültüsünden yorulup sığındığı o eski semtlerden biri. Eğer yaşadığım yerin adını Boğaz’a nazır bir rezidans, yeni kurulmuş pırıltılı bir ‘bilmem ne konağı’ olarak söyleseydim, kimsenin tek bir an bile duraksamayacağından eminim. O isimler, kendi hikayesini kendi taşır, kendi varlığını kendi meşrulaştırırdı. "Ah," derlerdi, "ne güzel." Anlayışlı bir baş sallamasıyla konu kapanırdı.
Fakat İstanbul’un o şatafatlı vitrininin hemen ardındaki bir sokakta, ‘kendi kendinin öğretmeni olmaya çalışan’ biri olmak? İşte bu, kaşların çatılmasına, sorgu dolu bakışlara sebep oluyor. Yıllardır damla damla biriken o sessiz ima: Hayat, başka bir yerde, daha ‘doğru’ bir adreste yaşayabileceğini kanıtlamak için verilmiş bir fırsat değil midir zaten? Oysa asıl ‘doğru adres’, coğrafi bir koordinat değil de, insanın vesveselerin işgalindeki zihnini ve kalbini boş kuruntuların gürültüsünden arındırdığı o manevi sığınak olamaz mı?
Bu sorunun inadına, eve giden en kestirme yoldan değil, en uzunundan yürüyorum. Islak saçlarımdan süzülen iyot kokulu sular, çantamın kayışında nemli takımyıldızları bırakıyor. Beni bekleyen bir aciliyet yok, bırakıyorum İstanbul’un arka sokakları beni ele geçirsin. Binaların, perdelerin usul usul nefes aldığı o anlara şahit oluyorum; denize nazır bir şehirde karaya vurmuş yelkenliler gibi, tül perdeler ve danteller soluyor. Ve o anlarda anlıyorum ki bu sorudaki asıl adaletsizlik, insanın en kişisel huzurundan, en özel seçimlerinden bir kârlılık raporu, bir yatırım getirisi beklemesidir.
Sanki mahalleler, sevdalar, kök salan anlar birer girişim şirketidir de bizden sürekli bilanço istenir: Büyüme rakamların nerede? Konumun prestiji? Pazar mantığıyla açıklayamadığın bir sevgi için kurulan bu kaş çatma mahkemesi, sen pes edip daha muteber bir çarka dahil olana dek sürecektir.
Bu ideolojik bir talep aslında: hayatın, gücü elinde tutanların anlayabileceği, pazarlanabilir, okunabilir bir hikâyeye dönüştürülmesi zorunluluğu. Eksantrik olabilirsin, ama lütfen dergilerin fotoğraflayabileceği, onaylanmış bir eksantrik ol. Kendi yolunda gidebilirsin, ama ne olur bunu marka bir semtte yap ki seni nasıl alkışlayacağımızı bilelim.
Neden orası? Çünkü buranın sıradanlığı, anlamsız olmayı reddediyor. Çünkü berber, adımı biliyor ve dükkânı boşaldığında camdan bir baş işaretiyle içeri, bir kahvenin sıcaklığına çağırıyor. Çünkü sokak köpekleri, her biri kendi mermer kaidesine kurulmuş birer senatör gibi uyuyor güneşin altında. Çünkü minarelerin silüeti, batan güneşin önünde bana her akşam faniliği ve teslimiyeti hatırlatıyor. Çünkü bu şehrin derinliği, her gün kendi sığlığımı yüzüme vuruyor ve bu mahcubiyet, muhtaç olduğum o nadir, o temiz arınmayı bahşediyor.
Ve fark ediyorum ki bu açıklama yapma zorunluluğuna duyduğum öfke, aslında bir keder. Kabul edilebilir hayat anlatılarının ufkunun bu denli daralmasına duyulan bir keder. Anlatacak bir hikâyen, pazarlayacak bir markan yoksa, sadece yaşıyor olmanın artık neden yeterli bulunmadığına dair derin bir sitem.
İşte o an zihnim, Meclis’in Gazze için oybirliğiyle sergilediği politik ve insani dayanışmada tecessüm eden o kadim haslete sığınıyor: coğrafyalar ne kadar uzak olursa olsun, bir mazlumun feryadına tek sesle cevap verebilme iradesine. Elbette, bu tür büyük duruşların siyasette bedeli, riski, getirisi olur. Fakat bazen bir millet için en büyük getiri, kendi vicdan huzurunu kaybetmemektir.
Kapıdan içeri adımımı atıyorum. Sokaklar pasaportuma görünmez bir mühür basmış gibi. Evin içinde kimse bana o soruyu sormuyor. Çaydanlık kendi türküsünü söylemeye başlıyor. Dışarıda şehir, ondan kendisini açıklamasını istemediğim için minnettarmış gibi yaşamaya devam ediyor. Eşime, yoksa dostuma bir kahve yapıyorum, ardından gününün nasıl geçtiğini soruyorum. Ve işte bu an, sizin bildiğiniz bir adreste, o masa başında bana vereceğiniz her türlü onaylayıcı baş sallamasından çok daha değerli.
Belki de mesele şudur: Ben buradayım, çünkü burası benim inadına, karları delip çıktığım yer. Ve zamandan azade mekânın içindeki o sorgusuz sükûnet, bir kardelenin bulduğu en vefalı hercaidir.