(-Eşref Edib Fergan neşri- Sebilürreşad, No 114, Kasım 1951, s. 212)
Babanzâde Ahmed Naim’den sonra Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh’in mütercimi ve daha başka birçok dînî eserin müellifi Prof. Dr. Kâmil Miras (Afyonkarahisar, 1875 – İstanbul, 30.4.1957, Kandilli Mez.): “İslâm medeniyeti, milletin hâkimiyeti ve meşveret esası üzerine kurulmuş bir din ve devlet sistemidir. […] Meşveret sistemine ‘Hulefa-yı Râşidîn’ tarafından da devam olunmakla beraber, devlet reisi demek olan Halifeler milletçe intihap olunduklarından, İslâm medeniyetinde idare şekli, Cumhurî idi. Şu kadar ki, bu intihap ve meşveret esası, iptidaî bir millette, zamanımızın en mütekâmil şekli olan umumî seçim suretinde tatbik olunamazdı. Ancak İslâm hukukunda ‘erbab-ı hall-ü akd’ diye anılan ilmî, içtimaî en yüksek şahsiyet sahiplerinin birleşmesiyle seçim yapılıp, bu da halk tarafından kabul olunurdu. Milletin vâkıaya itiraz etmeyip sükût etmesi, icma sayılırdı. İslâm medeniyeti, beşeriyete, ulûhiyet ve sıfatları, ubûdiyet ve ibadet hakkında en sarih bilgileri verdiği gibi, can ve mal, şeref ve namus, vicdan ve tefekkür hürriyeti gibi esasî hakları da bahşetmiştir. İslâm tebligatı arasında en mühimmi, akla haiz olduğu kıymet ve ehemmiyeti vermiş olmasıdır. Dinlerin baştanbaşa esatirî şekle girdiği sırada tebliğ olunan İslâmiyet, insanlara, tefekkürün kaynağı olan aklımızın kullanılma tarzını öğretmiştir. İslâmiyet, bu mukaddes cevherin hurafâttan siyanet edilmesini ve bu suretle kâinatın ve eşyaya ait hakikatlerin, yaratılışlarındaki asıllarla dosdoğru görülmesini emretmiştir. Kur’anın sayısız âyetleri akla hitab etmekte ve insana tefekkürü emretmektedir. İlh…”
***
Yukarıda zikrettiğimiz ilk Âyette (3: 159), Allâh-ü Teâlâ, Devleti (veyâ daha geniş mânâsıyle mâhiyeti her ne olursa olsun herhangi bir teşkîlâtı) temsîlen Elçi’sine işleri istişâre (danışma) ile yürütmesini emretmektedir. Bunda iki nükte var:
Birincisi, açıktır ki burada Peygamber bir topluluğun başı olarak bu hitâba vesîle olmuştur. Binâenaleyh aynı mevk̆ide kim bulunsa bu emir onun için de cârîdir.
İkincisi, topluluğun başı kiminle istişâre edecekdir? Tabiî ki alâkalı topluluk mensûblarıyle! Evet, derece derece hepsiyle! Umûmî kâide budur. Ama ihtisâs gerektiren bir husûsta da elbette ki sâdece ehline danışılacaktır. Bu bâbda asıl mühim olan, esnek bir şekilde, bir topluluğun bütün idârî işlerinin mütemâdiyen yine o topluluğa danışılarak, onun reyi alınarak, rızâsı kazanılarak yürütülmek lâzım geldiğidir. Yoksa kimsenin, kendisine rağmen, bir topluluğa tahakküm etme hak ve salâhiyeti yoktur. Topluluk kendi hür irâdesiyle idâresini bizzât seçeceği bir şahıs veyâ şahıslara (bir hey'ete, bir meclise) tevdî eder ve onlar da meşrûiyet ve otoritelerini sâdece bu rızâdan alırlar. Bunun dışında, yâni gönül rızâsı olmadan kimsenin bir topluluğun başına geçmiye ve onun başında kalmıya hakkı yoktur.
Demek ki “istişâre” veyâ “meşveret” mefhûmu bizi derhâl ve kendiliğinden ancak halkın (veyâ bir topluluğun) rızâsıyle onun başına geçme ve onun rızâsı devâm ettiği müddetçe onun başında kalma fikrine götürmektedir.
Ve arkasından bu mantıkî tesbîti ikinci bir fikir daha tâkîb ediyor ki o da şudur: Topluluk (halk, millet) kendi başına bir müstebid (bir despot) seçecek değildir. (Seçmemelidir!) O sâdece adâlet, maslahat, hayır şartıyle, iktidârı, kendi idâresini bir şahsa veyâ hey'ete (ve onlardan meydana gelecek bir teşkîlâta) emânet etmektedir. İktidâra geçen, ben seçimle işbaşına geldim diyerek keyfî idâreye sapamaz.
İşleri dâimâ temsîl ve idâre ettiği topluluğa danışarak, onun fikrini, reyini, rızâsını alarak yürütmek zorundadır. Ve emîr (reîs, idâreci) ictimâî maslahatın, toplu hayâtın elzem kıldığından daha fazla idârî tasarrufta bulunamaz, insanların hayâtına ölçüsüz bir şekilde müdâhale edemez. Yâni Hanefî fıkhının (Mecelle’de zikredilen) küllî kâideleri arasında yer alan ve cumhûrî rûhu pek güzel ifâde eden şu esâsla tesbît edildiği gibi:
“Raiyye, yâni teb’a üzerine tasarruf maslahata menûttur.” (58. Madde)
İslâmın siyâsî doktrini bütünüyle bu umdede mündemicdir. Onu bir parça şerhedelim:
Siyâsî iktidâr mes’elesinin başlıca iki vechesinin bu umdede gâyet vecîz sûrette ifâde edildiği dikkati çekiyor. Birincisi, insanlar üzerine tasarruf, yâni bir siyâsî iktidârın mevcûdiyeti, âmme maslahatı îcâbıdır. Siyâsî bir otorite olmazsa, “insan insanın kurdu olur” (Hobbes) ve bundan herkes zarâr görür. İkincisi, cem’iyet üzerine tasarruf ancak maslahatla, umûmî maslahatın îcâb ettirdiği zarûret mik̆dârıyle sınırlıdır; bundan ötesi haddi aşmak, zulme, bağye sapmak, nemrûdluk, fir'avunluk taslamaktır. Demek ki iktidâr için kendisine vekâlet verilen siyâsî otorite, hiçbir sûretle insanların idâresinde sınırsız salâhiyet sâhibi olamaz; yalnız, bu salâhiyet sınırı, cârî şartlarla mütenâsib olarak genişler veyâ daralır…
Bu tesbîtimiz de, bizi, peşinden murâkabe esâsını götürür. Yânî idârecinin, sıkı bir şekilde, idâresini tekeffül ettiği topluluk tarafından murâkabe edilmesi, bu topluluğa icrâatının hesâbını dâimâ verebilmesi, vekâlet haddini aştıysa, haksız tasarrufta bulunduysa, sûistimâle saptıysa tecziye edilmesi…
Bu Âyet (3: 159) vesîlesiyle ibretle düşünmelidir ki Vahye mazhar olmuş bir Peygambere dahi riyâset ettiği topluluğun işlerini yürütürken herhangi bir imtiyâz tanınmamış, kendisinden, o topluluğun idâresiyle alâkalı her husûsda o toplulukla (tabiî ki maslahata uygun, içinde bulunulan şartlarla, mes'elenin mahiyetiyle mütenâsib bir şekilde) istişâre etmesi istenmiştir. Peygamber'in Kur'ânî tâbirle “insanlara en güzel bir nümûne-i imtisal olmasının” mânâsı da budur. O, kuru nasîhat ile değil, bizzât tatbîk ederek bize örnek olmaktadır. Bize örnek olan, ilhâm veren evleviyetle onun lisân-ı hâlidir, ef’âlidir. Velhâsıl buradan çıkarılacak ders, bir Peygambere bile, Allâh, milletin idâresini milletin reyiyle, rızâsıyle ve dâimâ ona danışarak yürütmesi gerektiğini telk̆în ederse, bizim gibi Vahiy nîmetine mazhar olmamış alelâde insanlar için bu husûs daha da fazlasıyle cârîdir.
Nitekim yukarıda metin bütünlüğü içinde naklettiğimiz bir başka Âyette (Şûrâ-42-: 38), Peygamber'in ötesinde Müslümanların (veyâ Allâh'ın rızâsını kazanan insanların en güzel vasıfları arasında “onların işlerinin kendi aralarında şûrâ ile olduğu” husûsu vurgulanmıştır.
Müfessir Elmalılı merhûm bu Âyette geçen “şûrâ" kelimesi hakkında şu tesbîtte bulunur:
“Şûrâ, esasen ‘fütya’ gibi büşrâ vezninde masdar olup ‘teşâvür’, yani birbirinin reyini almak demektir. Aslı arıdan bal almak mânâsıyle alâkalıdır. ‘Zu şûrâ’ mânâsına da gelir; nitekim bu mânâ ile şûra hey’etine de ıtlâk olunur.” (Hak Dîni, Kur’ân Dili, 6/4249)
Binâenaleyh “şûrâ”, birbiriyle istişâre etme, birbirinin fikrini, reyini alma, kanâatini öğrenme, bir mes’eleyi bir hey’et, bir meclis hâlinde müzâkere etme mânâsında kullanılmaktadır. Bir başka Âyetteki kullanılış şekli de mânâyı daha çok vuzûha kavuşturuyor. Şöyle ki:
“Eğer ebeveyn, [doğumdan sonra] iki yıl tamâmlanmadan, birbirlerine danışarak (teşâvürin), çocuğu sütten kesmek isterlerse, bunda bir günah yoktur...” (Bakare-2-: 233)
Buradan da iyice anlaşılan, danışmaktan maksadın müştereken doğru bir karâra varmak olduğudur.
Böylece Allâh-ü Teâlâ’nın istişâre veya meşveret müessesesini en geniş mânâsı, en şümûllü hâliyle biz kullarına emrettiği anlaşılmaktadır.
Bu mefhûmun esâs îtibâriyle bir ferdî, bir de ictimaî vechesi vardır ve tabiî ki bu iki veche de tamâmen birbirinden ayrı değildir.
Ferdî planda insan mühim bir karârı gerektiren her işinde etrâfına danışarak karâr verecek, böylece hatâ ihtimâlini azaltacaktır. (Nitekim: “İstişâre etmiyen nâdim olur!” denmiştir.)
İctimaî planda ise mes’ele daha derindir. Çünki bu planda bir de iktidâr mes’elesi devreye girmektedir. Bir topluluğun (şirketin, derneğin, devletin) idâresinde istişâre müessesesinin esâs olması demek, öncelikle idârî mekanizmanın, hükûmet şeklinin o topluluğun irâdesiyle tâyin edilmesi demekdir. Ama topluluğun rızâsıyle işbaşına gelenler de yine -temsîlî, mahdûd, murâkabeli salâhiyet, vekâlet îcâbı- bütün icrâatları (hükûmetleri) boyunca topluluğun rızâsını gözetmiye, ona danışarak işleri tedvîr etmiye devâm edeceklerdir. Ve bu rızâ hâli ortadan kalktığı zaman da derhâl idârî mevk̆ii (iktidârı) terk edeceklerdir. Dîğer tâbirle, iktidâr mevk̆ii topluluğun bir emânetinden, vekâletinden başka birşey değildir; vekâlet çekildiği ânda bütün salâhiyet de biter.
Mâmâfih, cem’iyetin idâresinde her ân herkese danışmak mümkun olamıyacağından ve her mes’elede herkes lüzûmlu ihtisâsa sâhib olmadığından cem’iyeti temsîlen bir şûrâ, bir meclis, bir parlamento veyâ benzeri bir müessesenin teşkîl edilmesi lâzım gelir. Demek istediğimiz, bu kelimede meclisli cumhûriyet (démocratie parlementaire) mefhûmu da mündemicdir. Ve aynı zamânda cem’iyetin her kesiminde idârenin şûrâ teşkîli ve temsîl yoluyle yürütülmesine de işâret vardır.