Azzâm Paşa ve Akseki’nin Demokrasi hakkındaki düşüncesi, Yüksel’inkiyle teâruz
ediyor
Yüksel’in bu dogmatik hükmüne mukâbil, Kemalist Dîn İnkılâbıyle elinden geldiği kadar mücâdele etmiş, Kemalist Totaliter Rejim hakkındaki sahîh müşâhede ve tesbîtlerini, vefâtından birkaç hafta evvel, Diyânet İşleri Reîsi sıfatıyle, bir rapor hâlinde Başvekîl Adnan Menderes’e cesâretle iletmiş mücâhid âlim Ahmed Hamdi Akseki merhûm (Akseki, 1886 – Ankara, 9.1.1951, Cebeci Asrî Mez.), Abdurrahmân Azzâm Paşa merhûmun (1894 -1976) Hasan Hüsnü Erdem tarafından tercüme edilen Allâh’ın Peygamberlerine Emânet Ettiği Ebedî Risâlet kitabına bir fikrî iştirâk hissiyle yazdığı uzun “Mukaddime”de, İslâm nâmına Demokrasiye harâretle sâhib çıkıyor ve iftihârla, “Müslümanlığın en yüksek demokrasi umdelerini ihtivâ ettiğini” beyân ediyor:
“İslâm nazarında bütün insanlar kardeştir. Binaenaleyh birbirlerine daima kardeşçe muamele yapmaları lâzımdır. […]
“Müslümanlık en yüksek demokrasi umdelerini ihtiva eder. İslâmın talim eylediği kardeşlik ve müsavat düsturu, en yüksek demokrasi umdeleridir. […]
“Peygamber, on iki bin İslâm dilâverleriyle Mekke’ye girince, sekiz sene evvel kendisi[ne] ve arkadaşlarına yapmadık işkence bırakmamış olan Kureyş Müşrikleri, Kâbenin etrafına toplandılar, saf bağladılar. Her biri, hayatından ümidini kesmiş, neticeyi ıstırapla bekliyorlardı. Peygamber Efendimiz Kâbenin eşiğinde durdu. İki süvesine [pervazına] yapıştı ve bir müddet halkı gözden geçirdi. Bundan sonra, zamanımızın demokrasi prensiplerini ihtiva eden mühim nutuklarından birini söyledi…” (Ahmed Hamdi Akseki, Ebedî Risâlet’in “Mukaddime”sinden, Ankara: Diyânet İşleri Başkanlığı Neşriyâtı, No 23, 1948, ss. XXXIII-XXXIV)
Sadreddin Yüksel’in “Muhammed İslâmoğlu” nâmımüsteârıyle 1401 / 1981’de bastırıp el altından dağıttırdığı 13,5x21 cm, 28 sayfalık İslâm Açısından Laiklik risâlesinin kapağı… (Bizim elimize geçtiği târih, 7 Ağustos 1982’dir.) “Molla” Sadreddin Yüksel, bu risâlesinde, Cumhûrî Teşrî ve Nizâmı “Küfür”, birbirini nakzeden Âhâd Hadîslerle yoğrulmuş, yine tenâkuzlarla dolu Klasik Fıkıh Külliyâtını ise “Allâh’ın Kânûnu” îlân ediyor… (“Molla” tâbiri, kendi tercîhidir…)
***
Cumhûrî Felsefenin esâsı
Biz de, bu Fasıl’da, Yüksel ve emsâli Rivâyetcilerin hatâlı düşündüğünü, hakkın, Akseki ve Azzâm Paşa tarafında olduğunu isbât etmiye çalışacağız
Mes’eleyi temelinden ele alalım:
Cumhûrî Nizâmın temel felsefesi nedir?
Asrî Cumhûrî Nizâm (ki hem “Hürriyetci”, hem “Cem’iyetci”dir), birbiriyle iç içe geçmiş üç büyük fikrî temel üzerinde yükselir:
1) İnsâniyetperverlik: Yânî dîn ve dil farkı gözetmeksizin bütün insanların kardeşliği inancı...
2) Tecrübî İlim Zihniyeti: Yânî gerek tabiî, gerek ictimâî hâdiseleri kavrama ve yönlendirmede insan aklına îtimâd ve bu hâdiselerdeki kanûniyetlerin müşâhede ve tecrübe usûlüyle tesbîti...
3) Cumhûrî Teşrî...
“Cumhûrî Teşrî”, yâni “dîn ile dünyâ işlerinin ayrılması” mı?
Elbette ki hayır!
Evet, bu da Cumhûrî Teşrîin târifindeki en büyük yanlıştır.
Cumhûrî Teşrî, târihî seyri içinde -husûsen Avrupa’da Kilise’nin mevk̆ii sebebiyle- ilkin Kilise ve onun şahsında dîne cephe alma ve dîni tamâmen Devlet hayâtından uzaklaştırma şeklinde anlaşılmış ve tatbîk̆ edilmiş olabilir... (Fransız İnkılâbını tâkîb eden “Le Culte de la Raison / Akla Tapınış” âyinleri, Bolşevik uygulamaları, Kemalist kânûnlar hâtırlardadır...) Lâkin Cumhûrî Nizâmın târihî seyri içinde geçirdiği tekâmüle muvâzî olarak onun başlıca bir rüknü olan Cumhûrî Teşrî de tekâmül etmiş ve günümüz dünyâsında bambaşka bir mânâ kazanmıştır. Şöyle ki:
Hâlen Cumhûrî Nizâmla idâre edilen bütün Garb Âleminde revâc bulmuş muâsır Cumhûrî Teşrî mefhûmunun iki esâs cephesi vardır: Biri, İlim Zihniyeti, dîğeri de Vicdân Hürriyeti…
Cumhûrî Teşrîin ilim cephesinden kasdedilen, cem’iyete istikâmet veren bütün kânûnların beşer eseri olması, bunların akla, tecrübî ilme, maslahata uygun düşmesi ve ancak cumhûrî (parlamenter) mekanizmalarla tatbîkâta konmasıdır.
Vicdân Hürriyeti ise, herhangi bir dînî veyâ felsefî ideolojinin, herhangi bir siyâsî cereyânın Totalitarizminin reddidir. Dîğer tâbirle, bütün cem’iyet hayâtına Kesretciliğin (çok sesliliğin, tesâmühün, istişârenin) hâkim olmasıdır. Totalitarizmin dînî veyâ lâdinî olmasının hiçbir farkı yoktur. Bunun içindir ki Komünizm de, Kemalizm de Cumhûrî Teşrîin zıddıdır. Buna mukâbil (Avrupa’daki “Hıristiyan Demokrasisi” örneğinde olduğu gibi) ilhâmını herhangi bir dînden alan bir siyâsî cereyânın tamâmen cumhûrî mekanizmalarla iktidâr olmasının ve yine dînden ilhâm almakla berâber tamâmen aklî-ilmî esbâbımûcibeyle müdâfaa edilen ve parlamenter mekanizmayle tatbîkâta konan kânûnların vaz’edilmesinin Cumhûrî Teşrî bakımından hiçbir mahzûru yoktur; bilakis (Türkiye’de olduğu gibi) bu çeşid siyâsî hareketlere ve bu çeşid bir teşrî faâliyetine muhâlefet etmek, Cumhûriyet aleyhdarlığıdır.
İşte “İnsan Hakları” mefhûmu da, Cumhûrî Nizâmın İnsâniyetperverlik / İlim Zihniyeti / Cumhûrî Teşrî olarak hülâsa ettiğimiz felsefesi üzerinde yükselir. Başka türlü ifâde edersek, (Cumhûrî Nizâm = İnsan Hakları Rejimi)’dir ve Cumhûrî Nizâmın asıl vasfımümeyyizi budur. Onun içindir ki Cumhûrî Nizâm, “hâkimiyetin bilâ kayd ü şart millete âid olduğu rejim” değildir. Aksine Cumhûrî Nizâm, millet hâkimiyetinin, halkın irâdesinin İnsan Haklarıyle tahdîd, takyîd edildiği rejimdir. Bütün mâzîsiyle topyekûn İnsanlığın irâdesinin ifâdesi olan İnsan Hakları, İnsanlığın bir cüz’ü olan milletin irâdesinin üstündedir. Ve bu haklarla, ekseriyetin olduğu kadar ekalliyetin, cem’iyetin olduğu kadar tek tek bütün ferdlerin hakları da têmînat altına alınmıştır.
İnsan Hakları, her insanın, sırf insan olmak hasebiyle doğuştan sâhib olduğu, kendisine Yaradan’ı tarafından bahşedilmiş ve İnsanlığın binlerce yıllık şuûrlanma ve mücâdeleleriyle kazanılmış vazgeçilmez, devredilemez temel hak ve hürriyetleridir ki şimdiye kadar (bütün eksiklerine rağmen) en güzel ifâdelerini 1948 Birleşmış Milletler Cihânşümûl İnsan Hakları Beyânnâmesi’nde bulmuşlardır. İnsanlık için artık bu haklardan geriye dönüş yoktur; sâdece onları daha da geliştirip ileriye götürmek bahis mevzûudur. Bugün bu Hakları hem hukûkî, hem fiilî planda bütün vatandaşlarına kazandıramamış ve onlara insan haysiyetine yakışır bir hayât standardı sağlıyamamış hiçbir rejim, hiçbir Devlet “cumhûrî” sıfatına lâyık değildir.
İnsanoğlunun bütün temel hak ve hürriyetleri (ki haklar simetrik olarak aynı zamanda hemcinslerimize karşı vecîbelerimiz demekdir) İnsan Hakları Cihânşümûl Beyânnâmesi’nin ilk maddesini teşkîl eden şu cümlede hülâsa edilmiştir:
“Bütün insanlar hür ve haysiyet ve haklar bakımından müsâvî doğarlar; akıl ve vicdâna sâhibdirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyetiyle hareket etmelidirler.”
Cumhûrî Esâsiye, başlıca hangi esâslara riâyet etmelidir?
Bir de şu hayâtî tesbîti kaydedelim:
Cumhûrî Meşrûiyet, Cumhûrî Esâsiye ile başlar.
Ve bir Esâsiyenin hakîkaten cumhûrî sayılabilmesi için, onda, asgarî olarak, şu üç şartın yerine gelmesi lâzımdır:
1) Temel İnsan Hak ve Hürriyetlerini (eksiksiz, tezâdsız, tenâkuzsuz bir şekilde) têmînat altına almak;
2) Millî uzlaşmaya dayanmak (Esâs Kânûnun hazırlanış vetîresi, usûlü de cumhûrî olmalıdır);
3) Devletin uzuvlarını (esâs müesseselerini) İnsan Haklarının rûhuna uygun olarak ve halkın irâdesiyle şekillendirmek.
Bunlara Türkiye’ye mahsûs bir dördüncü madde daha ilâve edilmesi lâzımdır ki o da (“Cumhûriyet” lâfzını istismâr ederek şahısperest totaliter bir rejim kurup Milletimiz üzerinde bir kültür jenosidi tâtbîk etmiş, bu sûretle ona karşı en büyük İnsanlık suçunu işlemiş olan) Kemalist İdeolojinin Resmî İdeoloji olmaktan çıkarılması, hiçbir sûretle Esâs Kânûnda Kemalizme atıfta bulunulmaması ve bu ideolojinin bütün tezâhürlerinin Devlet müesseselerinden ayıklanmasıdır.
Ne yazık ki Türkiye’de bu şartlar hiçbir zaman yerine gelmediği için rejim ahlâkî temelden mahrûmdur (cumhûrî meşrûiyeti yoktur) ve (müteaddid fırkalı) totaliter bir rejim hüviyetini muhâfaza etmektedir.
Binâenaleyh Türkiye’de siyâsî rûznâmenin ilk maddesi cumhûrî meşrûiyetin têsîsidir. Bunun için de bir ân evvel Kurucu Meclis gibi çalışacak ve hür seçimlerle teşekkül etmiş Millet Meclisi eliyle bir Cumhûrî Esâsiye hazırlanmalı, bu sûretle Devlet yeniden yapılandırılmalı ve Türkiye cem’iyeti tam tekmîl cumhûrî bir hayâta kavuşmalıdır. Kanâatimizce, Milletimiz, bunun için yeterli potansiyele, târihî birikime sâhibdir ve bunu hakkıyle başarabilecek birtakım üstün hasletlerle mücehhezdir.
Hâlbuki An’anevî veyâ Rivâyetci Müslümanlık, bu Cumhûrî Felsefeyle bağdaşmaz yapıdadır. Bunun başlıca sebebi de onun Kur’ânî Rûhtan uzaklaşarak, esâs îtibâriyle, birbiriyle mütenâkız binlerce Âhâd Hadîsle yoğrulmuş ve bu hâliyle, klasik tefsîr, akâid, fıkıh, tasavvuf kitablarında donup kalmış olmasıdır.
Şu var ki (işte şimdi önümüzde seher vakti gibi ümîd dolu yeni bir ufuk açılıyor) Müslüman olarak asla An’anevî veyâ Rivâyetci Telakkîye mahkûm değiliz!
Zihnimizi asırların tortularından kurtarıp ihlâsla, dirâyetle İslâmın pırıl pırıl bir elmas gibi Kur’ân’da saklı cevherine yöneldiğimizde, onun esâs özünü, rûhunu kavrıyabiliyor ve bu tesbîtimizin bedâhat derecesinde bir hakîkat olduğunu farkediyoruz…