Bu tesbîtini, Büyük Nutk’undan naklettiği pasajlarda delîllendiriyor:

“Vaziyetin dehşet ve vahameti karşısında, heryerde, her mıntakada birtakım zevat tarafından mukabil kurtuluş çareleri düşünülmeye başlanmış idi. Bu düşünce ile alınan [girişilen] teşebbüsler, birtakım teşekküller doğurdu. Meselâ, Edirne ve havalisinde ‘Trakya-Paşaeli’ unvanile bir cemiyet vardı. Şarkta, Erzurumda ve Elâzizde umumî merkezi İstanbulda olmak üzere ‘Vilâyatı Şarkıye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’ teşekkül etmişti. Trabzon’da ‘Muhafazai Hukuk’ namında bir cemiyet mevcut olduğu gibi, İstanbulda da ‘Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti’ vardı. Bu cemiyet merkezinin gönderdiği murahhaslarla, Of kazasile Lâzistan livası dahilinde şubeler açılmıştı…

“İzmirin işgal olunacağına dair Mayısın 13 ündenberi filî emareler gören İzmirde bazı büyük vatanperverler, aynı 14/15 inci gecesi, bu elîm vaziyet hakkında müdavelei efkâr eylemişler; emrivaki haline geldiğine şüphe kalmıyan Yunan işgalinin ilhakla neticelenmesine mâni olmak esasında müttefik kalmışlar ve ‘Reddi İlhak’ prensipini ortaya atmışlardır. […]

“…‘Vilâyatı Şarkıye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin İstanbul merkezinin vermiş olduğu  direktif dahilinde, Erzurum Şubesi, şark vilâyetlerinde Türkün hukukunu muhafaza ile beraber tehcir esnasında yapılan fena muamelelerde milletin kat’iyen methali bulunmadığını ve Ermeni mallarının Rus istilâsına kadar muhafaza edildiğini, buna mukabil müslümanların pek gaddar hareketlere maruz kaldığını ve hatta emir hilâfında tehcirden alıkonulan bazı Ermenilerin hamilerine karşı reva gördükleri muameleyi deliller ve vesikalarla medeniyet âlemine arz ve iblâğ ve şark vilâyetlerine karşı güdülen istilâ maksatlarını hükümsüz bırakmak için çalışmıya karar veriyor […] (ve) mesaisini şu üç noktada tespit ediyor:

‘1) Kat’iyyen muhaceret etmemek;

‘2) Derhal ilmî, iktisadî, dinî teşkilât yapmak;

‘3) Şark vilâyetlerinin tecavüze maruz kalacak herhangi bir bucağını müdafaada birleşmek.’ […]

“Konya ve havalisinde, İstanbul’dan idare olunan ‘Tealii İslâm Cemiyeti’ teşkiline çalışılıyordu. Memleketin hemen her tarafında ‘İtilâf ve Hürriyet’, ‘Sulh ve Selâmet’ cemiyetleri de vardı. İlh…” (Tarih IV 1934: 9-12)

 

İstiklâl Harbi hakkında birkaç tesbîtimiz

İstiklâl Harbinin perde-arkasına bilhâssa Yahûdilik-Masonluk Münâsebeti isimli geniş araştırmamızda dikkati çekdik ve birçok hakîkati vesîkalarla gözler önüne serdik. İstiklâl Harbi hakkında aşağıdaki tesbîtlerimizin mesnedleri o araştırmamızdadır:

• İstiklâl Harbini Mustafa Kemâl ve arkadaşları değil, Müslümanlar başlatmışlardır. Başlıca sâik, Dîn gayreti ve ondan kaynaklanan fazîlet, nâmûs, vatanperverlik hisleri, hür yaşama irâdesidir. Daha Aralık 1918’den îtibâren, düşman işgâline karşı koymak, Vatanın istiklâlini korumak azmiyle, Anadolu’nun birçok şehrinde, “Müdâfaa-i Hukûk” ve “Redd-i İlhâk Cem’iyetleri” teşkîl edilmişti. Birçok mahalde Millî Mücâdele, Kemalist Ekipin inisiyatifi dışında başlamış ve (Maraş’ta olduğu gibi) büyük muvaffakıyetler elde etmiştir. (Yahûdilik-Masonluk Münâsebeti; Milat, 13.10.2024/77)

• Anadolu toprakları, Avrupalı müstevlîler tarafından parça parça işgâl edilmiye başlayınca, halkın hassâsiyeti had dereceye ulaştı. Anadolu fokur fokur isyân kaynıyordu. Versay Sulh Konferansı’ndaki Wilson ve Siyonist avenesi, Lloyd George, Georges Clemenceau ve arkalarındaki Gizli-Kuvvet’ten meydana gelen “Âlî Hey’et”in karârı üzerine ve onların himâyesi altında, Yunan Ordusu, 14 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkıp büyük vahşetler irtik̃âb ederek Vatan içlerine doğru yürüyüşe geçince, Milletin galeyânı artık zaptedilmez oldu…

Kısaca, Vatanın elden gitmesi tehlikesi baş gösterince, her tarafta hamiyetli Müslümanlar düşmana mukâvemet etmek üzere teşkîlâtlanmıya, silâhlı mücâdele için hazırlık yapmıya koyulmuş, yer yer silâhlı mücâdeleyi de başlatmış, kimse –henüz kâfî derecede propaganda edilmemiş- Mustafa Kemâl’den tâlimat gelmesini beklememişti… Sonrasında da, İstiklâl Harbinin bütün bedelini onlar ödemiş, onların destânî fedâkârlık ve kahramanlığıyle, hâricî düşmanlar, Vatan topraklarından def’edilmişlerdir… Lâkin kendilerine en yaman hasmın dâhilde olduğunu anlamadılar ve anlamamıya devâm ediyorlar…

Hâl böyle olunca, Cambon – Grey Mutâbakatı’nı tertîb eden emperyalist kuvvetler, Anadolu’dan toprak koparma hırslarına sed çekmeleri gerekdiğini daha iyi idrâk ettiler. Zâten, bizzât Yunan Başkumandanı General Trikopis’in de (iş işten geçtikden sonra) anladığı vechiyle, Yunanlıları bir piyon olarak ileriye sürmüşlerdi. Asıl gâye, Anadolu’da, Hilâfeti yıkacak, Osmanlı’yı tasfiye edecek Laik, Avrupacı bir Devletin kurulması idi ve bunun için de düşmanı (yânî kukla Yunan’ı mağlûb ederek) efsâneleştirilecek bir “müncî”ye ihtiyâc vardı… Bütün zaferi, dâhiyâne sevk ve idâresi ve bükülmez irâdesiyle tek başına elde etmiş gibi gösterilecek –âdetâ fevkalbeşer- bir “müncî”… Pâdişâh-Halîfeyi hâin ve Osmanlı’yı menfûr bir varlık îlân ettiği zamân otoritesi tartışılamıyacak kadar efsâneleştirilmiş bir şahsıyet…

Bilâhare şeytânî bir startejiyle İslâma karşı bir “ihtilâl harbi”ne çevrilen İstiklâl Harbinin, Müslümanlık gayretiyle ve Müslümanlar tarafından başlatıldığı, ayrıca bütün bedelini de Müslümanların ödediği aslında apâşikâr bir vâkıadır. Lâkin yalan, istismâr ve tedhîş üzerine kurulu Kemalist Propaganda halkımızı beşikden mezara kadar öylesine afyonluyor ki bu âşikâr hakîkat dahi bir sis perdesinin gerisinde kayboluyor... Dediğimiz gibi, İstiklâl Harbini bütünüyle aydınlatmak, sırf Hakîkat aşkıyle hareket edecek birçok araştırmacının harcıdır. Mâmâfih, evvelâ 5816 Sayılı Mustafa Kemâl’i Tabulaştırma Kânûnu’nun lağvedilerek onların önünün açılması lâzımdır… (Yahûdilik-Masonluk Münâsebeti; Milat, 13.10.2024/77)

• 1917 Cambon - Grey ve Saint-Jean-de-Maurienne Mutâbakatlarına muvâfık olarak Anadolu paylaşılmış, sâdece Orta Anadolu ile şimâlinde küçük bir Türk Devleti kurulmuş olsaydı, Siyonist Emperyalizminin ve müttefîklerinin emelleri tahakkuk etmiş olacak mıydı? Çünki en büyük emelleri, Hilâfet müessesesiyle berâber Osmanlı’nın ve Millî Kültürün toptan tasfiyesi idi. Kurulacak küçük Türk Devleti, Osmanlı’nın, Hilâfetin ve Millî Kültürün devâmını sağlamıyacak mıydı? Nasıl bir bahâneyle Devletimizi “Osmanlı” ve “Hilâfet” hüviyetinden kurtarıp Laik, Avrupacı bir Devlet hâline getirebileceklerdi? “Hilâfet” ki başta Hindistan Müslümanları olmak üzere Müslümanların mühim bir kısmı nezdinde büyük kıymeti hâizdi ve Siyonist Emperyalizmi ile müttefîk̆lerinin bir kâbûsuydu… (Hatırlıyalım ki başta Hind Müslümanları olmak üzere dünyânın her tarafındaki Müslümanlar esâs îtibâriyle Müslümanlık gayreti ve Hilâfetin muhâfazası için, İstiklâl Harbimizi kuvvetle desteklemişler, bu meyânda, Harbin finansmanı için, yine evleviyetle Hind Müslümanları, - peyderpey, 17 def’ada ve yekûn olarak- 781.470.-TL = 122.000 İngiliz Lirası gibi büyük bir mâlî yardımda bulunmuşlar, lâkin Mustafa Kemâl, o büyük mebl̃ağı -onun, kendi şahsına hediye mâhiyetinde gönderildiğini iddiâ ederek- zimmetine geçirmiş ve onunla İş Bankası’nı kurmuş, çiftlikler, emlâk, v.s. satın almış, Türkiye’nin bir numaralı zengini ve sermâyedârı hâline gelmiştir. –Tafsîlât için: “Ayasofya Câmii’ne ‘Bizans Müzesi’ Hakâretinin Sahîh Târihçesi”, Yeni Söz, 27-30.3.2023/138-141-)

Binâenaleyh daha büyük menfâatler için Anadolu’yu doğrudan sömürge yapma ihtirâslarından vazgeçmeleri ve canlarını yakan Müslüman kıyâmını başka bir mecrâya dökmeleri lâzımdı… Bunun için kendilerine bir piyon ve o piyonu alt edecek bir “kahraman”, bilâhare efsâneleştirilerek “mâbûd” derecesine çıkarılacak, otoritesi kat’iyen tartışılamıyacak, kara dediği kara, ak dediği ak kabûl edilecek kadar yüceltilecek birisine ihtiyâcları vardı…

İşte muhâkememizin bu noktasında, Kont Sforza’nın tesbîti büyük kıymet kazanıyor:

“Harb sonrasında İngiltere’nin Türkiye’de tâkîb ettiği siyâset olmasaydı, Kemâl ve dostları, kat’iyen Sultan Mehmed’i hal’edip Memleketten kovmıya […] karâr veremezlerdi…”

Bu hükmün daha doğru ifâdesi, “karâr veremezlerdi” değil, “muvaffak olamazlardı” şeklindedir; çünki onlar, buna tâ Selânik günlerinde karâr vermişlerdi; lâkin bu hedefe ulaşabilmek için (Mustafa Kemâl’in “Millî Sırr”ına muvâfık olarak) müsâid zemîn lâzımdı…

Onlara bu zemîni hazırlıyan, bu planlı fırsatı veren nedir? Siyonist işbirlikcisi Lloyd George İngiltere’sinin Türkiye’de tâkîb ettiği siyâset! Yânî peşînen mağlûb olmıya mahkûm Yunan Ordusunun Garbî Anadolu’yu istîlâya teşebbüs etmesi… (Yahûdilik-Masonluk Münâsebeti; Milat, 27.10.2024/87)

• Dîğer taraftan, Filistin ve Siyonizm mes’eleleri, Arablarla Siyonistler arasında bir mes’ele olmaktan evvel bizimle Siyonizm arasındaki bir mes’eledir; zîrâ, Osmanlı Vatanının bir parçası olan Filistin, 19-20 Eylûl 1918’de Filistin Cephesinde yaşanan büyük ihânet, onu tâkîb eden 30 Ekim 1918 Mondros Mütârekesi ve sonrasındaki entrikalarla (Kemalizmin liderliğinde şikeli “İstiklâl Harbi”, “Sevr Muâhedesi” tiyatrosu, v.s.) bizden koparılmıştır. Hiç şüphesiz, Filistin’le Türkiye aynı kaderi paylaşıyorlar! Siyonizme kaptırılmış Filistin de, “Kemalist Türkiye” de hep aynı beynelmilel entrikaların mahsûlüdür. Bu araştırmamız, bu vâıkaları kâfî derecede isbât etmiş bulunuyor… (Yahûdilik-Masonluk Münâsebeti; Milat, 24.11.2024/107)

 

2. Alt Fasıl:

Kemalist Rejimin Muhtelif Temsîlcilerinin Tapınış Beyânları

Mustafa Kemâl’e tapınışın öncüleri, en başta, Hükûmet erkânıydı; icrââtlarına ilâve olarak, verdikleri beyânâtlarla da şahısperest zihniyeti yaymıya çalışıyorlardı.

İkinci sıraya ise, topyekûn matbûâtı ve bilhâssa bu vâsıtayle efkârıumûmiyeyi şekillendiren muharrir ve şâirleri koymak lâzım gelir.

Ayrıca, bütün bir Maârif Sistemi ve askeriye de mütemâdiyen şahısperestlik telkîn ediyordu.

Memlekette tenkîd hürriyeti olmadığı, muazzam imkânlarla yürütülen şahısperest propagandaya en küçük îtirâzlar dahi en ağır cezâlarla karşılaştığı için, geçen zamânla, yetişen yeni nesillerle, bu iptidâî zihniyetin alabildiğine yaygınlık kazanması beklenen bir hâldi ve günümüzde, esefle, onun hâkim zihniyet hâline geldiği müşâhede ediliyor. Zâten aynı mekanizmalar bugün de iş başındadır…

Bu Alt Fasılda, sâdece, Hükûmet ricâlinin ve muharrirlerin tapınış beyânlarından nümûneler takdîm etmekle iktifâ edeceğiz.

Tapınış beyânlarından nümûneler takdîm ettiğimiz şahsıyetlerin tamâmı, Sabataî ve/veyâ Mason veyâhud Sabataî-Mason zihniyetli kimselerdir: Son Posta (Selim Ragıp Emeç ve A. Ekrem Uşaklıgil), İsmet İnönü, Ali Fethi Okyar, Org. Ali Fuad Erden, Şükrü Kaya, Celâl Bayar, Dr. Reşit Galip, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman, Zekeriya ve Sabiha Sertel, Hüseyin Cahit Yalçın, İbrahim Necmi Dilmen, TDK Lugati, Hasan Reşit Tankut, Ahmet Cevat Emre, Ömer Rıza Doğrul, Yaşar Nabi Nayır, Behçet Kemal Çağlar, Edip Ayel, Yusuf Ziya Ortaç… Ve bu kısmın sonunda, Mithat Cemal Kuntay’ın iddiâsı üzerinde durarak, bu Kemalist şahısperestler kervanına Mehmed Âkif’in dahi dâhil olup olmadığını tartışacağız. 

İktibâs ettiğimiz metinlerde, şu husûslar hâssaten dikkati celbediyor:

- En mübâlağalı ifâdelerle, Mustafa Kemâl’in, “fevkalâde şahsî vasıfları” övülüyor; beyân sâhiblerine göre, övgünün dozu arta arta fevkalbeşerliğe, derken Ulûhiyete kadar varıyor… Ayrıca, başta “İstiklâl Harbi” olmak üzere, yapılan her “müsbet” iş, tek başına ona mâl ediliyor; bunlar, onun “ulaşılmaz” mezîyetlerinin mahsûlü gibi gösteriliyor…

- Mustafa Kemâl, kendisinin de iddiâ ettiği gibi, biteviye Türk Milletiyle aynîleştiriliyor, onun Türk Milletinin sînesinden çıktığı, şahsında onun en yüksek vasıflarını temsîl ettiği, hattâ Türk Milletinin onun şahsında tecessüm, tecessüd ettiği iddiâ ediliyor… Öyle ki sanki aslında Türk olmadığı biliniyor da, bu tekrârlar, bu mübâlağalarla zihinlerdeki istifhâmlar bastırılmıya çalışılıyor! Dîğer taraftan, bu aynîleştirme tâbiyesiyle, onun ve totaliter ideolojisinin geniş kitleler tarafından benimsenmesi istihdâf ediliyor… O, hep Türk Milleti nâmına konuşuyor, her ne yapsa Türk Milleti nâmına yapıyor, onun bütün İnkılâbları zâten Türklerin asırlardır iştiyâkla beklediği hamlelerdir, v.s. Hâlbuki bahis mevzûu olan “millet”in Türklükle bir alâkası yoktur; zîrâ “Türklüğün” sâdece zarfı alınmıştır, ismi kullanılmaktadır, lâkin içi Frenklikle, Küfürle, Materyalizmle, Şahısperestlikle doldurulmuştur… Yânî “Türk”, sâdece bol bob istismâr edilen bir tâbirdir… Tam da Münâfık Cemâatine yakışır şeytânî bir tâbiye! Gâfil Milletin yuttuğu bir zoka! Ve bu Millet, yalan, istismâr, tahrîf ve tedhîş üzerine kurulu Kemalist Propagandanın muazzam imkânlarıyle bir asırdır öylesine afyonlanmış bulunuyor ki ne yapsanız yuttuğu zokayı ona anlatamıyorsunuz!

- Aynen dîğer totaliter şefler için de cârî olduğu gibi, Mustafa Kemâl efsânesi dahi, bir asırdır ve tek taraflı olarak sürüp giden kesîf bir propagandanın mahsûlüdür… Bütün hâdiselerden Kemâlperestliğe mesned olacak şekilde seçmeler yapan, onları istediği gibi tahrîf eden, istediği kılığa sokan, ayrıca maddî-mânevî tedhîş yoluyle tenk̆îdleri önliyerek istediği gibi at oynatan bir propaganda!

- Hilâf-ı hakîkat olarak, bütün İnsanlık Âleminde de “en büyük” kabûl edildiği ve ölümünde, “bütün dünyânın ona ağladığı” propaganda edilerek, o, bu sûretle de Türk Milletine empoze ediliyor… Hâlbuki husûsen Garblilerin (meselâ cenâze merâsiminde) ona gösterdikleri alâka, bir taraftan Devletler arası münâsebetler îcâbıdır, dîğer taraftan da onun Şark Âleminde Garbciliğin bayrakdârlığını yapması, binâenaleyh onu kendilerinden biri addetmeleri sebebiyledir… Bu meyânda masonî ve siyonist dayanışmayı da ihmâl etmemek lâzımdır… Garb efkârıumûmiyesine gelince, umûmiyetle Mustafa Kemâl’den haberleri dahi yoktur ve o, bambaşka mes’elelerle meşgûldür…

- Mustafa Kemâl, bir kerre, “üstün vasıfları” ile övüle övüle göklere çıkarıldıktan, Türk Milletiyle aynîleştirilip onun “Mâbûd”u hâline getirildikden sonra, asıl gâye ifâde ediliyor: Kemalizm ebediyen yaşatılsın! Ordu ve “genclik”, dâimâ onun bekciliğini yapsın! Halk, kat’iyen Kemalizmden uzaklaşmasın! Nîçin? Şâyed bunun bir sebebi Kemalizme îmân ise, belki bundan da daha mühim dîğer sebebi, Mütehakkim Zümrenin saltanatının idâmesinin Kemalist Totaliter Rejimin yaşamasına merbût bulunmasıdır…