0
Ticaret savaşlarının iyice kızıştığı bugünlerde, geçici de olsa ittifak arayışları ve doğal olarak kamplaşma eğilimleri, tüm dünyanın gündeminin ilk maddesini oluşturuyor. Doların konvertibilitesine sırtını dayayan ABD (ya da Trump mı demeli) İran, Çin, Rusya ve Türkiye'den sonra Avrupa Birliğini de kapsam içi yaptı. İster istemez "Rakibimin rakibi müttefikim olabilir" (Düşmanımın düşmanı dostumdur ifadesi ticaret için uygun değil) şiarınca AB ile ilişkilerimize kaldığımız yerden devam etme düşüncesi konjonktürün gerektirdiği bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor.
Bilindiği gibi 12 Eylül 1963'te İnönü Hükümeti ve Avrupa Ekonomik Topluluğu yetkilileri arasında Ankara'da imzalanıp 1 Aralık 1964'te yürürlüğe giren "Ankara Anlaşması" ile ilişkilerimiz başlamıştı. Temel amaç gümrük birliğini sağlayarak ortaklık içindeki ülkelerin ekonomi politikalarını tarafların tamamına fayda sağlayacak şekilde koordineli hale getirmekti. Yıllar süren geçiş sürecinin ardından 1987 yılında tam üyelik başvurumuzu yaptık ancak, yüksek enflasyon ve işsizlik gibi çözülmesi gereken ekonomik sorunlar ile siyasi çoğulculuğun genişletilmesi, demokratikleşme ve insan haklarında düzelme gibi konuları da ileri süren AB Türkiye'nin uyum problemleri olduğunu gerekçe göstererek başvurumuzu kabul etmemişti. Devam eden süreçte yaşanan "Gerginlik–Durgunluk" sarmalı en son "Gezi Olayları" hadisesi ile "15 Temmuz Darbe Girişimi" olaylarında AB'nin takındığı umursamaz tavır ve ardından gelen hasmane tavırlar ilişkilerimizde olumlu gelişmelerin yaşanmasını da engellemişti.
Ancak vazgeçilemez coğrafi zorunluluklar ve derinleşmiş ticari ilişkiler her iki ortağın da ilişkileri tamamen koparmasını engellediği gibi öngörülebilir fırsatlar yeni ufuklar açmaktadır. Yaklaşık 150 milyon avroluk ticaret hacmi bile tek başına AB ile ilişkileri re organize etmek için yeterli bir gerekçedir. Öncelikle iktisadi açıdan 80 milyonluk Türkiye pazarı hiçbir AB ülkesi için ihmal edilecek bir pazar değildir. Yanı sıra Türkiye, hem modern hem geleneksel yapısıyla Ortadoğu kökenli radikal yapıları barındıran tipik bir İslam ülkesi değildir. Bir ayağı Batıda olan Türkiye 200 yıla yaklaşan modernleşme serüveniyle yepyeni bir medeniyet modeli kurmaya aday bir ülkedir. Tüm bu özellikleri Türkiye'yi Avrupa ülkeleri için güvenilir bir ticaret ortağı yapmaktadır. Türkiye açısından ise bilimsel ve teknolojik üstünlüklere sahip bir Avrupa ile yürütülen projeler hedeflere ulaşmak için elini oldukça güçlendirecek bir ortaklıktır.
Zaten hali hazırda Türkiye-AB ilişkilerinin teknik konulardan ziyade siyasi meseleler nedeniyle tıkandığı da aşikardır. Burada çizilmesi gereken kırmızı çizgi şu olabilir: "Türkiye bağımsız bir hukuk devletidir ve egemenlik haklarına saygı duyularak tesis edilecek ilişki uluslararası mütekabiliyet ilkesine uygun olmalıdır."