Ortadoğu… Tarih boyunca sayısız fırtınaya sahne olmuş, her yeni gerilimde dünya nefesini tutmuştur. Dün sabah saatlerinde yaşanan gece boyunca devam eden son gelişmelerle, İsrail ile İran arasındaki tırmanan gerilim, bu kadim coğrafyanın kaderini bir kez daha kırılma noktasına taşıyor. İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini ve üst düzey nükleer ve askeri yöneticilerini hedef alan saldırılar düzenlediğini duyurdu. Bu saldırılar, uzun süredir devam eden "gölge savaşını" tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Gelen bilgilere göre, bu saldırılarda İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları Genel Komutanı Tümgeneral Hüseyin Selami de dahil olmak üzere üst düzey askeri yetkililer, 6 nükleer bilim insanı ve siviller hayatını kaybetti. Tahran'da sivil yerleşim bölgelerine düzenlenen saldırılarda ilk belirlemelere göre 5 kişinin yaşamını yitirdiği, Tebriz ve Kasrı Şirin'de de kayıplar yaşandığı kaydedildi.
İsrail ordusu, İran'ın nükleer silaha sahip olmaya "her zamankinden daha yakın" olduğunu iddia ederek vatandaşlarını savunmak için "gerekli olan her yere" saldıracağı tehdidini savurdu. Bu durum, tansiyonu geri dönülemez bir eşiğe taşırken, İran lideri Ali Hamaney'in "ağır bedel ödeyecekler" açıklamasıyla misilleme tehditleri de her an her şeyin patlayabileceği bir atmosfer oluşturuyor. Bölge halkları, büyük bir savaşın eşiğinde olduklarının acı gerçeğiyle yüzleşirken, bu gerilimin ekonomik ve sosyal faturası şimdiden ağır hissediliyor. Unutmayın, bu artık bir "gölge savaşı" değil; İsrail'in doğrudan devlet hedeflerine yönelik saldırıları, örtülü operasyonlardan açık, devletler arası askeri angajmana doğru tehlikeli bir geçişi işaret ediyor. Bu, bölgesel güvenlik denklemini kökten dönüştürüyor. Vekalet savaşları bir dereceye kadar kontrol edilebilir bir tırmanma sağlarken, doğrudan saldırılar ani ve keskin gerilim artışlarına neden olarak tam ölçekli bir savaşa yol açma riskini yükseltiyor. İsrail'in bu hamlesi sürpriz değil; Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (UAEA) son raporu, İran'ın silah kalitesinde uranyum zenginleştirme faaliyetlerini hızlandırdığını ortaya koymuştu. Bu veri, Tel Aviv'deki karar vericiler için bir kırmızı çizgiydi.
İran'ın cevabı gecikmedi. İsrail'e yönelik 100'e yakın silahlı insansız hava aracı (SİHA) ile misilleme yapıldığını duyuran Tahran, aynı zamanda ABD'yi “dolaylı ortak” olmakla suçladı. Tahran ile müzakere kanalları da bu saldırı sonrasında fiilen kapanmış görünüyor.
15 Haziran'da Umman'da yapılması planlanan nükleer görüşmelerin askıya alınması, diplomatik çözüm umutlarını da beraberinde askıya aldı.
İran daha saldırgan, daha yalnızlaşmış ve daha öngörülemez bir aktöre dönüşme riski taşıyor. Bu çatışmanın seyrini etkileyen bir diğer önemli faktör de bilgi savaşıdır. İsrail'in son saldırılarının hedefleri ve can kayıpları hakkındaki çelişkili raporlar, tarafların kamuoyunu kendi lehlerine yönlendirme çabalarını yansıtıyor. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Müşaviri Hikmet Hacıyev'in "Azerbaycan'ın, etnik Azerbaycanlıları İsrail adına İran'a ajan olarak yerleştirdiği" yönündeki iddiaların dezenformasyon olduğunu bildirmesi , bilgi savaşının bölgedeki gerilimi nasıl tırmandırabileceğinin somut bir göstergesidir.
Küresel güçler de bu tehlikeli oyunda kendi çıkarları doğrultusunda yer alıyor. Amerika Birleşik Devletleri, bir yandan İsrail'e tam destek verirken, diğer yandan gerilimin daha büyük bir bölgesel savaşa dönüşmesini engellemeye çalışıyor. Rusya ve Çin ise bu kaostan ABD'nin bölgedeki hegemonyasını sarsma ve yeni bir dünya düzeni kurma fırsatı görüyorlar. Rusya askeri-diplomatik araçları kullanırken, Çin ekonomi-politik araçlarla bölgedeki nüfuzunu güvence altına almayı amaçlıyor. Soğuk Savaş döneminde küresel güçlerin Kore, Vietnam, Küba ve Afganistan gibi birçok cephede karşı karşıya geldiğini unutmayalım. Ortadoğu'daki her büyük kriz, küresel güçler arasındaki rekabeti derinleştirmekte ve yeni ittifak arayışlarını tetiklemektedir. Bu durum, çok kutuplu dünya düzenine geçişin hızlandığı bir döneme denk gelmektedir. Türkiye'nin hem Batı (NATO üyesi) hem de Doğu (Rusya, Çin ile ilişkiler) ile dengeleyici ilişkiler kurma potansiyeli bulunmaktadır. Bu durum, Türkiye'ye krizde arabuluculuk yaparken daha geniş bir manevra alanı sunabilmekle birlikte, aynı zamanda Batı ile ilişkilerinde (özellikle İran yaptırımları konusunda) gerilim yaratma potansiyeli de taşımaktadır.
Tırmanan gerilim, küresel ekonomik piyasaları doğrudan sarsıyor. Petrol fiyatları fırlıyor, altın ve döviz piyasaları alt üst oluyor. İsrail'in saldırılarının ardından
Brent petrol yüzde 8,3 artışla 75,13 dolara, Batı Teksas türü ham petrol (WTI) yüzde 9,1 artarak 74,23 dolara yükseldi. Özellikle Hürmüz Boğazı'nın kapanma ihtimali, küresel ekonomiyi kabusa sürüklüyor. Dünya petrol ticaretinin yaklaşık dörtte birinin gerçekleştiği bu boğazın kapanması durumunda petrol fiyatlarının varil başına 20 doların üzerinde artabileceği belirtiliyor. Bu kriz,
Türkiye ekonomisi için de önemli bir tehdit. Son yıllarda yenilenebilir enerjiye yatırımlar artsa da hala en büyük ithalat kalemi petrol ve doğalgazdır. İthalatın yaklaşık dörtte birini bu iki ürün oluşturmakta, bu iki kalemde her yıl 70 milyar dolara yakın ithalat yapılmaktadır. Rusya-Ukrayna savaşının başladığı 2022 yılında enerji fiyatları sert artmış, bu da ithalat faturasını 100 milyar dolara yaklaştırmış, yani o savaş,
Türkiye'nin enerji ithalat faturasını 30 milyar dolar kabartmıştır. Fatura kabarınca cari açık yükselmekte, o da cari açığın yüksek olması döviz kurunda baskıya neden olmakta ve döviz kurundaki artışlar enflasyonu yükseltebilmektedir.
Benzin fiyatına bugün 1 lira 47 kuruş zam gelmişti; İsrail'in saldırısı sonrası 1 lira 70 kuruşluk bir zam daha bekleniyor.
Bölgesel istikrarsızlık, potansiyel mülteci akınları riskini de beraberinde getiriyor. Türkiye, geçmişte Ortadoğu'daki krizlerden kaynaklanan büyük mülteci akınlarını misafir edip bölgenin en önemli bir deneyimine sahip olan ülkedir. Nisan 2011-Ocak 2020 tarihleri arasında yaklaşık 3,6 milyon Suriyeli Türkiye'ye gelmiştir.
2022 Dünya Göç Raporu'na göre 3.535.898 Suriyeli sığınmacı Türkiye'de bulunuyor. Türkiye, "açık kapı" politikası çerçevesinde milyonlarca Suriyeliye ev sahipliği yapmış ve 2011-2018 yılları arasında 30 milyar dolara ulaşan yardım sağlamıştır. Yeni bir bölgesel savaş durumunda,
Türkiye'nin mevcut mülteci yükü ve olası ekonomik zorlukları göz önüne alındığında, yeni bir kitlesel akını yönetme kapasitesi ciddi şekilde sorgulanmalıdır.
Peki, Türkiye bu yangın yerinde nasıl bir yol izlemeli? Ülkemiz, bölgenin kadim aktörü olarak, bu tırmanan gerilimden en çok etkilenecek ülkelerden biri. Artan enerji maliyetleri, ticaret yollarının güvenliği, bölgesel istikrarsızlık ve sığınmacı akınları gibi doğrudan risklerle karşı karşıyayız. Ankara, İsrail'in saldırılarını sert bir dille kınayarak, uluslararası toplumu itidale ve gerilimi düşürmeye çağırdı. Dışişleri Bakanlığı, saldırıların uluslararası hukuku "açıkça ihlal ettiğini" belirtti. Ancak, Türkiye'nin geleneksel denge politikası, bu denli doğrudan ve yıkıcı bir çatışmada yetersiz kalabilir. Bu durum, Türkiye'nin sadece gözlemci kalmak yerine, bölgesel bir aktör olarak nüfuzunu kullanma ve proaktif bir rol üstlenme zorunluluğunu ortaya koyuyor. Türkiye'nin dış politika bakışı, 2003'ten sonra “aktif” ve 2006 yılından sonra “proaktif” bir şekilde Ortadoğu'daki ekonomik ve politik çıkarları elde etmeye dönük olarak işlemeye başlamıştır.
İşte tam da bu noktada Türkiye için tarihi bir fırsat beliriyor. Bu kriz, Türkiye'nin bölgesel arabuluculuk yeteneğini sergilemesi ve diplomatik liderliğini pekiştirmesi için eşsiz bir fırsat sunuyor. Türkiye'nin hem İsrail hem de İran ile doğrudan ve açık iletişim kanalları bulunuyor. Bu özel konum, Türkiye'yi, İsrail ve İran arasındaki doğrudan iletişimin imkânsız veya son derece gergin olduğu durumlarda, güvenilir ve potansiyel olarak etkili bir diyalog kolaylaştırıcısı konumuna taşıyor.
Ukrayna savaşında gösterdiğimiz arabuluculuk başarısı, bu kapasitemizin en net kanıtıdır.
Türkiye, tarafları masaya oturtacak, ortak çıkarlar temelinde bir gerilim azaltma mekanizması geliştirecek ve barışçıl çözüm yollarını teşvik edecek aktif bir diplomatik atağa geçmelidir.
Elbette, bu yapıcı adımların yanı sıra, Türkiye'nin kendi ulusal güvenliğini koruma ve ekonomik çıkarlarını güvence altına alma stratejileri de hayati önem taşımaktadır. Enerji kaynakları ve ticaret koridorlarının çeşitlendirilmesi büyük önem taşıyor. Akkuyu Nükleer Güç Santrali gibi projeler, ithalata olan bağımlılığı azaltma ve enerji bağımsızlığını artırma yönünde önemli adımlardır.
Karadeniz ve Gabar'daki keşifler, yenilenebilir enerji yatırımları ve enerji koridorları merkezi olma vizyonu, Türkiye'nin enerji güvenliğini pekiştiriyor.
Siber güvenlik kapasitesinin artırılması da kritik bir alandır. Türkiye, kritik altyapıların korunmasını ve siber saldırılara hızlı müdahale edilmesini hedefleyen kapsamlı bir Ulusal Siber Güvenlik Stratejisi ve Eylem Planı (2024-2028) uyguluyor. Son olarak, savunma sanayii bağımsızlığının pekiştirilmesi, Türkiye'nin dış politikası için vazgeçilmezdir. KAAN savaş uçağı projesi kapsamında Endonezya ile tarihi bir ihracat anlaşması imzalanması , MKE PİRANA KİDA'nın su üstü seyir testlerini başarıyla tamamlaması ve 2025 yılının ilk 5 ayında savunma ve havacılık ihracatının %29 artışla 2 Milyar Doları aşması , bu alandaki kararlılığımızın somut göstergeleridir.
Bu fırtınanın ortasında, Türkiye'nin yapıcı bir güç olarak öne çıkması, bölgesel bir krizi fırsata çevirmenin ve geleceğe daha güvenle bakmanın anahtarıdır. Güçlü ve proaktif bir Türkiye, sadece kendisi için değil, tüm bölge için bir istikrar adası olacaktır. Aksi takdirde, Ortadoğu'nun kızıl hattındaki bu tehlikeli oyun, hepimizi içine çekecek bir girdaba dönüşebilir. Siz ne dersiniz, bu kaostan çıkış için Türkiye'nin rolü ne kadar kritik? Ankara'nın stratejik adımları, bölgenin geleceğini şekillendirme ve daha güvenli bir Ortadoğu inşa etme potansiyeli barındırdığını unutmayalım.