Çocukluğumuzun o uzun yaz günlerinde, bisikletin pedalını ezberlenmiş yolların dışına, bilinmeyen bir sokağın serinliğine doğru çevirdiğimiz o anı hatırlayın. Güneşin asfalttaki parıltısı farklıydı, taş duvarların dokusu keşfetmeğe değer, havadaki koku bile taptazeydi. O an kalbinizi dolduran o tatlı ürperti, korkuyla merakın, endişeyle heyecanın o kusursuz karışımı... İşte o, insanın en kadim ve en öğretici deneyimlerinden biriydi: kaybolmak. Şimdi ise aynı yabancı sokakta, avucumuzun içindeki o pürüzsüz camdan yansıyan mavi bir çizgi ve kulağımıza fısıldayan mekanik bir ses var: “İki yüz metre sonra sağa dönün.” O tatlı ürperti gitti, yerine uyuşuk bir teslimiyet geldi. Peki, bu güvenlik ve verimlilik hissi için feda ettiğimiz şey, sadece küçük bir macera heyecanı mıydı?
Aslında kaybettiğimiz çok daha derinde bir şey. Navigasyon uygulamaları, hayatımızı kolaylaştıran masum birer yardımcı değil, bizi irademizle bağlandığımız birer dijital tasmadır. Üstelik bu, kime hizmet ettiği, rotasını hangi ticari anlaşmalara ve ücretli yollara göre çizdiği veya topladığı verilerin ne kadar masum olduğu her zaman meçhul olan bir tasmadır. Bizi sadece A noktasından B noktasına en verimli şekilde götürmekle kalmaz, aynı zamanda o iki nokta arasındaki sonsuz ihtimali, yani hayatın kendisini de yok eder. Kadim kahramanlar labirentten çıkmak için bir ip kullanırdı; biz ise bir labirente hiç girmemek, o keşif sancısını hiç yaşamamak için bir ipe bağlanıyoruz. Bu, teknolojiye karşı kör bir öfke değil; hayatın her alanını santim santim ölçen, her anımızı optimize etmeye çalışan, sürprize ve hataya yer bırakmayan o mutlak verimlilik felsefesine karşı felsefi bir isyandır.
Eski kâşiflerin el çizimi haritalarını düşünün. O haritaların kenarlarında, okyanusların ortasında fantastik deniz canavarları yüzer, bilinmeyen kıtaların üzeri boş bırakılır ve üzerine o sihirli kelimeler yazılırdı: “Terra Incognita” – Bilinmeyen Topraklar. O boşluklar, bir eksiklik değil, hayal gücüne, cesarete ve maceraya yapılmış en büyük davetiyeydi. Bugünün dijital haritalarında ise bilinmeyen hiçbir şey yok. Her sokak etiketlenmiş, her dükkân puanlanmış, her rota hesaplanmıştır. Hayal gücüne yer kalmamıştır; sadece takip edilecek komutlar vardır. Dünya, gizemini yitirmiş devasa bir veri tabanına dönüşmüştür.
Kaybettiğimiz bu yeteneğin faturası, sadece nostaljik bir hüzünden ibaret değil; meselenin bir de elle tutulur, bilimsel bir veçhesi var. Bu sadece romantik bir sitem değil, aynı zamanda nörolojik bir gerçeğin de ifadesidir. Beynimizin hipokampüs adı verilen bölgesi, bizim içsel pusulamız, mekânsal hafızamızı ve yön bulma becerimizi yöneten o kadim merkezdir. Yapılan bilimsel araştırmalar, GPS ve navigasyon uygulamalarına aşırı bağımlılık nedeniyle, beynimizin bu bölgesindeki aktiviteyi azalttığını ve zamanla onu zayıflattığını kanıtlıyor. Bu, zihinsel bir kasın kullanılmadığı için körelmesidir. Bize yol gösterdiğini sandığımız teknoloji, aslında bizi zihinsel bir tekerlekli sandalyeye mahkûm ediyor.
Öyleyse bu uyuşuk konfora karşı, en temel insani haklarımızdan birini talep etmeliyiz: Yolunu kaybetme ve keşfetme hakkı. O mavi çizgiyi takip etmek yerine, içgüdülerimizin sesini dinleme hakkı. Algoritmanın o tek düze, inorganik çizgisi yerine, hayatın ve keşfin doğal ritmine uygun, bir Fibonacci sarmalı gibi kendi içimize doğru kıvrılan o sürprizli patikalardan yürüme hakkı. Yanlış bir sokağa sapıp, hiç beklemediğimiz bir avluya, eski bir çeşmeye veya en sevdiğimiz kahveciye çıkan o kestirme yola rastlama hakkı.
Bugün bir iyilik yapın kendinize: Telefonu kapatın, o en iyi bildiğiniz yoldan sapın ve kaybolun. Belki de asıl varmak istediğiniz yer, haritada hiç olmayan o sokaktadır.