Climate Intelligence Foundation (CLINTEL) bünyesinde 1.800'den fazla bilim insanı "iklim krizi yoktur" bildirisine imza atmıştı. IPCC'nin kendisi bile 2021 raporunda iklim modellerinin tahmin gücünün sınırlı olduğunu itiraf etti.

Aynı bilim adamlarına göre; Dünya’nın ikliminin, gezegen var olduğu sürece, doğal soğuk ve sıcak evrelerle değiştiğini ortaya koymaktadır. Küçük Buz Devri 1850 gibi yakın bir tarihte sona erdi. Bu nedenle, şu anda bir ısınma dönemi yaşıyor olmamız şaşırtıcı değil.

Sanayi döneminin başlangıcından (1850) günümüze (2020) kadar yapılan ölçümler bize 2020'deki sıcaklığın 1850'den 1,1 derece daha yüksek olduğunu söylüyor.

Karbon vergilerinin havayı değiştirdiğine veya emisyonları etkilediğine dair hiçbir bilimsel kanıt da yok. Ama elitler gerçek bilim adamlarının verilerini asla kabul etmiyor.

Buna rağmen ekranlarda gereksiz konuları gündem eden televizyonlardan hiçbiri bu kanunu tartıştırmadı. Bir oldubittiye getirilen kanun da meclisten geçmiş oldu.

Bereket versin ülkede pandemi döneminden olduğu gibi erken uyanan kaliteli bir kitle var. Diğerleri önce maaşlarını ve nüfuzlarını düşündükleri için en önemlisi de eleştirel düşünme yetisini tamamen yitirdiklerden suskunluklarını muhafaza ediyorlar.

Bu konu hakkında o kadar çok yazı kaleme aldım ki isterseniz kanun hakkında bir iki çekincemi de yeri gelmişken ifade edeyim.

Kanun, Türkiye'nin "net sıfır emisyon" hedefini 2053 olarak belirliyor. Aslında bu hedef bizim ortaya attığımız bir hedef değil. Neyse bu hedef, yerli kömür ve doğal gaz yatırımlarını büyük ölçüde sınırlama riski taşıyor.

Oysa Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), 2023 raporuna göre, dünyada elektrik üretiminin hâlâ %60'ı fosil yakıtlardan sağlanıyor. Çin ise kömür kullanımını artırarak enerji bağımsızlığını güçlendiriyor.

Türkiye’nin elektrik üretiminde 2024 itibarıyla kömürün payı hâlâ %33 civarında.

Yani "yeşil dönüşüm" adı altında yerli enerjiye fren vurulurken, Batı’nın enerji şirketlerine yeni fırsat alanları açılıyor. Üstelik geçiş maliyeti çok yüksek. Bu da vergilerden tahsil edilecek.

İklim Kanunu’nda karbon ticareti mekanizması oluşturuluyor. Bu sistem ilk etapta çevreci gibi görünse de, özellikle sanayici üzerinde mali yükler getirecek.

OECD raporu (2022) karbon vergileri, üretim maliyetlerini ortalama %15 artırabiliyor. Bu da özellikle gelişmekte olan ülkelerde işsizlik riskini artırıyor.

Türkiye'de demir-çelik, çimento ve otomotiv gibi sektörler karbon salınımı nedeniyle AB sınırda karbon vergisiyle karşılaşacak. Bu da rekabeti zayıflatacak.

Kısacası, büyük küresel şirketlerin uyum sağladığı bu sistem, Anadolu’daki KOBİ’yi susturabilir.

Kanun, güya tarımda iklim dostu üretim yöntemlerini teşvik ediyor. Fakat bu düzenlemelerin arkasında, GDO’lu tohum lobilerinin, yeşil sertifika veren küresel şirketlerin baskısı olduğunu düşünüyorum.

“Yeşil Tarım Politikaları” gelişmekte olan ülkelerde küçük çiftçilerin %40’ının üretimi terk etmesine yol açabilir.

Türkiye özelinde, 2002 yılında 3 milyon olan çiftçi sayısı 2024'te 2 milyona düştü. Yeni düzenlemeler bu azalmayı hızlandıracaktır.

ABD’li Ford Vakfı, yalnızca 2023 yılında Avrupa’daki iklim STK’larına 200 milyon dolar aktardı. Bu STK’lar Türk gençliğine "doğayı koru" mu diyor, yoksa "sistemi sorgulama, Batı’ya entegre ol" mu?

İklim Kanunu, sadece çevre düzenlemesi değildir. Bu yasa, ekonomik, enerji, tarım ve dijital dönüşüm alanlarında Türkiye’yi dış bağımlılığa açık hale getirme riskini taşıyor. Bilimin de tek bir pencereden okunduğu bir çağda, bu yasayı sorgulamak artık sadece siyasi değil, milli bir görevdir.

Türkiye doğayı korumalı ama Batı’nın dayattığı “iklim palavrasına” boyun eğmemelidir. Aksi halde doğayı korurken bireysel özgürlüğümüzü kaybetme riskiyle karşı karşıyayız.