Hayatı, dev bir sınav salonu gibi düşünelim. Zaman, kapıdan içeri süzülen gözetmen; kararlarımız ise sorulara attığımız acele ya da tereddütlü cevaplar… Kimi insan, bu sınava yıllarca hazırlanmış gibi kendinden emin adımlarla ilerler; kimi ise sanki zil çalıvermiş de masa başında ne aradığını bilemeden öylece kala kalmış gibidir. Ama hazırlık derecemiz ne olursa olsun, kaderin bir huyu vardır: Tam da çalışmadığımız yerden sorular çıkarır karşımıza. Ve o an, zihnimizde bir sessizlik büyür. Bir boşluk… Elimizde kalem var ama içimizde tek bir ipucu yoktur.
Oysa hayatın bir müfredatı yok. Ne hangi konudan sorumlu olduğumuz belli, ne de hangi bölümden sorunun geleceği… Herkes kendi kitabını yazıyor aslında; kendi cevap anahtarını oluşturuyor, kendi satır aralarına kendi anlamını ekliyor. Ama bazı sorular var ki, insanın bütün notlarını, bütün ezberlerini boşa çıkaracak kadar ansızın ve acımasızdır. Bu yüzden bazen “doğru” cevabı bulmak değil, yalnızca nefes almak bile bir başarıdır.
Son yıllarda hepimiz böyle sorularla karşılaştık. Bir sabah uyandığımızda dünyamız değişmişti; pandemi diye bir kelime hayatımıza girdi, sonra depremler, ekonomik sarsıntılar, savaşın gölgesi, bir anda kesilen umutlar... Bir telefonun ucunda kötü haberi duyan herkes, çalışmadığı bir yerden gelen soruya yakalanmış sayılır. Sevdiğimiz birini yitiririz; hayat bizden “vedalaşmayı” sorar. Yüreğimizin buna hiçbir hazırlığı yoktur. Ya da yıllarca emek verdiğimiz bir iş, bir hayal, bir düzen bir gecede elimizden kayar gider. Oysa bize hep direnmeyi öğrettiler; kimse, bazen direnmenin yolunun geri çekilmekten, bazen de yeniden başlamak için yıkılmaktan geçtiğini söylemedi.
Ama hayat sadece acıdan ibaret sorular sormaz. Bazen küçük mucizeleri doğru okuyup okuyamadığımızı sınar. En çaresiz anınızda, metroda yanınızdan koşarak geçen bir çocuğun kahkahası içinizden bir perdeyi kaldırır. Ya da Twitter’da kaybolmuş bir günde, hiç tanımadığınız birinin umuda dair yazdığı iki satır, içinizi beklenmedik bir sıcaklıkla doldurur. Bir çiçekçi tezgâhının önünden geçerken duyduğunuz o taze kokuda bile gizli bir soru vardır: “Hayatın basit güzelliklerini fark edebiliyor musun?”
Bütün mesele belki de tam burada başlıyor. Çalışmadığımız yerden gelen sorulara vereceğimiz cevabın niteliği, hayatın yönünü belirleyen asıl dönüm noktasıdır. “Neden ben?” diye yakınmak kolay; ama aslında bizi dönüştüren, “Bu soruya nasıl bir cevap verebilirim?” diye sormayı becerebilmektir. Çünkü bazı sorular, insanın yolunu değil; insanın kendisini değiştirir.
Belki de hayatın sırrı, hazırlıklı olduğumuz anlarda değil; hazırlıksız yakalandığımız sorular karşısında bile umutla, sabırla ve inatla yürüyebilmektir. Çünkü en beklenmedik sorular, en büyük dersleri saklar. Belki de bu yüzden, çalışmadığımız yerlerden gelen sorulara bile teşekkür etmeyi öğrendik. Çünkü onlar, bizi olduğumuz yerden alıp olmamız gereken yere götüren görünmez rehberlerdir.