Meczuplar tekkesinin son şeyhinden şu sözü işitmiştim: “Akıl insanı terk ederse insan deli olur; insan aklı terk ederse insan meczup olurmuş.”
Bu veciz söz iki ayrı hâlet-i ruhiyeye temas eder: Birincisinde kaderî bir terk ediliş; aklın insandan kaçışı, bir anlamda ilahî bir sınamadır. İkincisinde ise iradî bir yol ayrımı vardır: İnsan, aklı bilerek terk eder, başka bir âleme doğru göçer. Meczubiyet budur. Akıl burada artık bir araç olmaktan çıkar, engel olmaya başlar.
Zira delilik ile velilik arasında incecik bir perde vardır. Bu perde, aklın terazisinde sarkaç gibi gidip gelen kalp terazisidir. Deliler, çoğu zaman akıl cephesinde çarpışan öncü birlikler gibidir. Onlar için akıl bir siper değil, bir zincirdir. Zinciri kıran deli olur; onu dönüştüren ise velidir.
Veliler, gelen her fikir dalgasını süzer, hakikat terazisinde tartar, ruh köprüsünü inşa eder. Oysa deli, suyu çoktan geçmiştir. O, aklı çoktan ardında bırakmış, bilinçaltının derin sularında yüzmeye başlamıştır. Ancak ne gariptir ki, bazen o derin sular hakikatin berraklığına daha yakındır. Meczup, bu iki hâl arasında salınan, ilahi aşkın rüzgârında savrulan bir hâl ehli olarak belirir.
Deliler, beklentiye karşı dik, alkışa karşı eğiktir. Onlar ne övgüyle şımarır ne yergiyle yıkılır. Bu yönüyle hakikatin çıplak yüzünü taşıyan birer ayna gibidirler. Velilerse övgüye karşılık ağza toprak doldurur; çünkü bilirler ki, övgüde gizli bir sahiplenme arzusu vardır. “Beni övüyorsan, bana ait olduğunu sanıyorsundur” dercesine, övüleni kırmaz ama öveni sustururlar.
Delilik müessesesi, kendi içinde bir nizam barındırır. Deliler, diğer delilere karşı temkinlidir. Çünkü bilirler ki, delilikte bile ince bir bilinç kıvılcımı, bir ‘kırıntı akıl’ kalabilir. İşte bu kırıntı, kimi zaman hoyrat bir azgınlığa, kontrolsüz bir taşkınlığa dönüşebilir. O yüzden ‘delilikle delirmenin farkı’ burada devreye girer.
Delilik, hakikatin sınırlarında gezinen bir bilinç hâlidir. Delirme ise kontrolün kaybıdır. Birinde yüksek bir farkındalık, diğerinde ise kaotik bir çöküş vardır. Napolyon’un Akka önünde Cezzar Ahmet Paşa’ya yenilmesi de işte bu farkı gözler önüne serer. Napolyon delirmişti; Cezzar ise deliliğiyle ona set olmuştu. Biri nefsini tanrılaştırmıştı, diğeri nefsini zapt etmişti.
Tarihte pek çok deli, kitleleri peşine takmış; hayal ile hakikati, hezeyan ile ideali birbirine karıştırarak büyük yıkımlara yol açmıştır. Napolyon gibi, Hitler de bir diğer örnektir. Yalnızca silah değil, sözle de kitleleri büyülemiş, sonunda felaket getirmiştir. Hassan Sabbah, akıl dışı bir davayı akıllıca yöntemlerle yayarak organize kaosun ilk örneğini vermiştir.
Bugünün dünyasında ise Trump ve Netanyahu gibi “zır deliler” kendilerini tarihin merkezine yerleştirip, ateşe benzin taşımaktadırlar. Bu iki lider, hem halklarına hem insanlığa karşı hoyrat bir oyun oynamakta; deliliği delirme noktasına taşımaktadır. Onların etrafında toplanan kalabalıklar ise kimi zaman korkuyla, kimi zaman kinle şekillendirilmiş bir fanatizm içinde sürüklenmektedir.
Bugünün delileri, dünün meczubu değildir. Çünkü meczup; kalp sahibi, hakikat aşığı, aşk ehli bir delidir. Bugünün delileri ise akılsız değil, vicdansızdır. Ruhsuzluk, akılsızlıktan daha tehlikelidir. Çünkü ruhsuz bir akıl, insanı insanlıktan çıkarır.
Elkıssa… İnsanlık deliliğin sınırlarında gezinirken hakikatin ne olduğunu sorgulamalıdır. Delilik bazen bir hakikate ulaşma biçimi, bazen de o hakikatten uzaklaşma biçimidir. Veliler, bu ayrımı bilerek yaşarlar. Deliler, bilmeden. Ama her iki hâlde de insan, varoluşun sır kapılarında bir yolcudur.