Edebiyat insanın atmosferidir. Bu atmosferin içine doğar, onunla büyür, yetişir, onun tarafından korunup gözetilir ve o sayede insan oluruz. Edebiyatın uğramadığı insan bu yüzden, bir şekilde eksik kalmıştır. Edebiyat tamamlar, bütüne erdirir, kendisi yapar insanı. Onu dilden ayıran keskin çizgi sadece insana özgü oluşudur, başka hiçbir varlık kategorisine değil. Çünkü dil bir atmosferden ziyade, insandan dışarıya uzanan bir çıkıntı, insanı dışarıyla buluşturan bir uç, boşluğa eklemlenen bir somutluk, varoluşun tamamını kuşatan bir kendini ifade etme biçimidir. Yani dil nesneler, bitkiler ve hayvanlar için mahiyetini ortaya koymanın, meramını anlatmanın, vaziyetini dışarıya aktarmanın vesilesi iken edebiyat insan olma sınırlarında başlar ve insan insan oluşunu edebiyat ile tadar. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse dil evrene özgüdür, edebiyat ise sadece dünyaya. Tıpkı atmosfer gibi… Dünya nasıl kendini öteki bütün gezegenlerden atmosferiyle ayırıyor ve o çizgi, o hale hayatı mümkün kılıyorsa edebiyat da iradenin etrafını kuşatarak insan özünü koruyor. İşte bu yüzden, yerküre için atmosfer yokluğu ne ise insan için de edebiyat yoksunluğu odur, o anlama gelir.
Hiç kuşkusuz atmosfer dünyamızı sadece dış tehlikelerden korumaz, onu kendi tehditlerine karşı da muhafaza eder. Görevlerinden biri dışarıdan gelecek zararlı nesneleri yumuşatıp zararsıza dönüştürmek iken diğeri de yeryüzünden yukarı doğru yükselen hastalıkları yine orada, bulunduğu yerde sağaltmak veya en azından etkisini hafifletmektir. Sadece nesneler değil elbette hayatı yok etmeye yönelmiş bütün zararlı gazları da eritip kendine uydurur atmosferimiz ve böylece, bundan dolayı bizler onun altında, onun mavisine bakarak uyanırız her sabah. Allah göstermesin, bir kez bile başımızı kaldırdığımızda ona orada görmesek, yandığımızın, bittiğimizin resmidir.
Doğrusunu söylemek gerekirse başlangıçtan beri edebiyatın insan varoluşu için üstlendiği görev de buydu. İnsan ruhuyla sarıp sarmalanmış daha ilk edebi cümleden bugüne edebiyat ruhu ehlileştirirken düşünceyi de kalıba sokar, onun zihin üzerindeki ağırlığını alarak idrake hazır hale gelmesinin koşullarını oluşturur. Edebiyat o yüzden dil ile felsefenin kavşak noktasında durur. Felsefe dile gramer ekler ve dil artık o vakitten sonra bir atmosfer edinmiş olur, insanı içeriden ve dışarıdan gelen tehditlerden korunmak için harekete geçer. Edebiyatın, edebiyat sanatının öyle bir halesi vardır ki onun içine girip hayata oradan bakan herkes aynı zamanda insan hizasından görür görmekte olduklarını. Ataletini onunla atar, taşkınlıklarını onunla dengeler, aşırılıklarını onunla törpüler. Edebiyatın atmosferi insan ruhunu yaşanır kılar. Uzay yolculuğundan dönen astronotlar daha yaklaşır yaklaşmaz nasıl renginden, biçiminden, aurasından dünyanın gezegenlerin efendisi olduğunun ayırdına varıyorsa bir sanatçı ama özellikle bir edebiyatçıyla, edebiyatla hemhal olan biriyle karşılaşan herkes de insanın efendileriyle karşılaştığını bilir. Bu efendilik hiç kuşkusuz edebiyatın insana bahşettiği bir niteliktir. Kendine özgü rengi, tadı, kokusu vardır. Kendine özgü ve başka hiçbir uğraşta, emekte, semerede göremeyeceğimiz bir büyüsü vardır. Belki de bu yüzden, benim korkum, asıl korkum atmosferin delinmesi, bölük pörçük bir çarşafa dönmesi değil; edebiyat perdesinin yırtılması, yok olmasıdır. Çünkü gerçekten de bilimin geldiği nokta ne yapar eder, bir şekilde atmosferi tamir etmenin yollarını bulur, işleri orada yoluna koymanın çarelerini üretir ama mesele insana ve onun atmosferine geldiğinde o perde bir kez yırtıldıktan sonra hangi bilim, hangi teknoloji onu yamar, eski haline getirir, bilmiyorum.
İnsan fıtratı dünyanın mayasından daha karmaşıktır. Esnekliğinden dolayı daha kolay bozulur, daha zor tamir edilir. Çivisi çıkmış dünyaya çivi çakmak atmosferini yitirmiş ruha atmosfer eklemekten daha kolaydır. Düşünceler bozulduğunda ruhlar kokuşur, hissedişler kirlenir ve hissedişler kirlenmeye başladığında artık onun önünde hiçbir teknoloji duramaz. Sanat düşerse insan da düşer. Edebiyat düşerse insanı kaldırma konusunda bilim çaresiz kalır. Yazık ki o çaresiz süreçlerden geçiyoruz. Edebiyatın gölgesi insanın üstüne düşmüyor. Edebiyatın kokusu ortamlara tazelik bahşetmiyor. Edebiyatın ruhu dünyayı dolaşmıyor. Edebiyatın tadı ruhlardan içeri girmiyor, giremiyor. Belki de bu yüzden dünyayı merhametsiz, abuk sabuk insanlar yönetiyor. Savaşları kalpleri kurumuş insanlar idare ediyor. Toplumları hırs küpü insanlar yönlendiriyor. Güçlü kalemler yerini sünepe kalemlere bıraktığından beri kalemin kokusu dünyaya bahar getirmiyor. Yazının gücü gücün yazgısına boyun eğince merhamet görünümlü bulutlar dünyaya rahmet yerine asit yağdırıyor. Derilerimizi değiştirdiğimizde derinlerimizi de kaybettik. Derisi olmayan düşüncelerin bozulmasına neden şaşıyoruz ki! Edebiyatın atmosferi sağlam olsa Gazze’de çocuklar ölmezdi. Cümleler derisini yitirmese çocuk ölümleri kınamalarla geçiştirilmezdi. Atmosferini yitirmeyen cümlelere, cümlelerin atmosferinden atmosfere cümle kuranlara, onlara, bir tek onlara; Ahmetlere, Mehmetlere değil Pedrolara, Pedro Sanchezlere selam olsun! Dünyanın atmosferini de insanın ve insanlığın atmosferini de onlar kurtaracak, berikiler değil! Don Kişot’u bir daha okumalı, belki de saldırdığı yel değirmenleri değil, koflaşmış, derisini yitirmiş insanlıktı, kim bilir?