Gün batımının soluk ışıkları, camlardan süzülüp otobüsün içini turuncu bir matem havasına bürüdüğü o anı hâlâ hatırlıyorum. Yorgun bedenler, sallanan çantalarla birbirine çarpan dizler, havasızlıktan şişen yüzler… Hepsi olağan bir akşamın parçalarıydı. Ta ki sürücü, direksiyonu sanki kaderin kendisine meydan okuduğu bir düelloya hazırlanırcasına kavrayana kadar. Otobüs, sokakları bir yara gibi yararak ilerliyordu. Metalik gıcırtılar, lastiklerin asfalta tutunma çığlıkları, koltuğa çakılan bedenlerin sessiz homurtuları… Her viraj, bir insanın hayatındaki beklenmedik dönemeçler gibi sert ve acımasızdı.
Ortada, yan kapının yanında asılı duran incecik adam, aniden çekilen frenle bir kukla gibi savruldu. Düşüşü yavaş çekimde izlenen bir trajediydi: Elleri boşluğu kavramaya çalışırken, siyah bıyıkları terle ıslanmış yüzüne yapışmış, kir pas içindeki plastik merdivene çarptığında bedeni bir yaprak misali büzüldü. O anda hissettiğim şey, acıdan ziyade bir tanıklık utancıydı. Parmaklarım, tutunduğum metal sapın soğukluğuna gömülmüş, adeta varoluşsal bir çaresizliğin somutlaşmış haliydi. Yardım etmek mi? Düşüncem bile bedenimi sarsan bir lüks gibiydi. Çünkü bıraksam tutunduğum sapı, belki ben de o merdiven boşluğuna, insanlığın ortak çukuruna yuvarlandığımda, kimse el uzatmayacaktı.
Bu sahne, yıllar sonra bile zihnimde bir palimpsest gibi katmanlarını açtı. Otobüsü “Dünya”ya, sürücüyü “doğa”nın kayıtsızlığına, düşen adamı ise hepimize benzettim. Evrenin geniş boşluğunda, yıldızların soğuk ışığı altında, hepimiz o merdivende debelenen bedenler değil miyiz? Kimimiz tutunmayı başarıyor, kimimiz kayıyor, kimimizse düşenin gözlerindeki utancı görmezden gelmek için başını çeviriyor. Varoluşumuzun absürtlüğü tam da burada: Hiçbirimiz bu yolculuğa gönüllü katılmadık, ama hepimiz son durağa kadar sarsıntılara maruz kalacağız.
Doğa, otobüs sürücüsünden farksız. Ne ahlak tanır ne merhamet. Bir yıldız patlar, bir kasırga yok eder, bir virüs sessizce yayılır. Tıpkı o sürücünün gaz pedalına basarken yolcuların çığlıklarını duymazdan gelmesi gibi. Peki bu kayıtsızlık karşısında ahlak nerede başlar? Belki de tam da düşen adamın gözlerine bakıp, "İşte bu benim" diyebildiğimiz yerde. Empati, bir lütuf değil, varoluşsal bir mecburiyet. Çünkü hepimiz aynı otobüste, aynı kırılgan bedenlerle sallanıyoruz. Zenginlik, statü, güzellik… Bunlar sadece geçici koltuk değişimleri. Sonunda hepimiz aynı merdivende tozlanacağız.
Ancak kötülük de buradan filizlenebilir. "Madem her şey anlamsız, neden dürüst olayım?" diye sorar içimizdeki şeytan. Kâinatın sessizliğini, suçlarımızı örtmek için bir kalkan gibi kullanırız. Ama yine de çoğumuz, başkasının acısını görünce midemize ağır bir taş düşer. Bu taş, bize özgü bir lanet: İnsan olmanın hem cezası hem ödülü.
Belki de gerçek kahramanlık, otobüsün hızına kapılmadan, düşene uzanacak eli bulmakta. Ya da en azından, o eli uzatamadığımızda hissettiğimiz vicdanın kırık camlarıyla yüzleşmekte. Çünkü evren ne kadar kayıtsız olursa olsun, biz birbirimize kayıtsız kalamayız. Her "neden?" sorusu, bir merhamet eylemine gebe; her suskunluk, bir çığlığın gömülü isyanı. Düşen beden, sadece bir yabancı değil; o, bizim aynamız. İçimizdeki karanlığı değil, tutunamayışlarımızın evrensel izdüşümünü yansıtan bir ayna…
Otobüs hâlâ sarsılarak ilerliyor. Kim bilir kaçıncı turdayız bu kozmik lunaparkta: Dönme dolapların tepesinde yıldızlara dokunma hevesiyle şişen egolarımız, çarpışan arabalarda birbirini ezen hırslarımız, palyaçonun maskesi altında sakladığımız gözyaşlarımız… Her inişli çıkışlı, bir ömür. Her çığlık, bir hikâye. Ama lunaparkın kapıları bir gün kapanacak. Işıklar sönecek. Geride kalacak olan, sadece tutunduğumuz sapların paslı izleri mi? Yoksa birbirimize bıraktığımız sıcaklığın kırıntıları mı?
Unutmamalıyız, Merdivenlerdeki toz, bir gün hepimizin yüzüne yapışacak. O toz, fani bedenlerimizin en büyük ortak paydası. Zenginle fakiri, güzelle çirkini, güçlüyle zayıfı aynı toprağın sessiz dilinde buluşturacak. Peki ya o gün geldiğinde, kozmosun arşivlerinde hangi kayıt kalacak? Tutunduğumuz metalin soğukluğu mu, yoksa bir elin avucunda eriyen buzlar mı?
İşte son perde: Otobüs aniden durduğunda, son durağın adı ne olursa olsun, inerken sendeleyen her beden, bir diğerinin ardından bakacak. Belki de gerçek kurtuluş, o bakışlarda saklı. Çünkü evrenin kör karanlığında, birbirimizin gözbebeklerinde yaktığımız küçük ışıklar… İşte tüm anlam, o kırılgan alevde.
Şimdi soru şu: Siz, hangi izi bırakmak istersiniz? Bir sapın paslı lekesini mi… Yoksa bir avuç sıcaklığı, zamana meydan okuyan bir miras gibi sonsuza taşıyacak bir anıyı mı? Otobüs yeniden hareket etmeden önce, son kez dönüp bakın. Belki de o düşen adam, sizin için tutunacak dalı bekliyordur…