Bir yazıyı, Gaziantep’in’nın taş evlerinde dokunan ipek bir kumaş gibi hayal edelim: Dokununca sert, bakınca yumuşak. Ya ilmiklerin arasına ruhunuzu işlersiniz ya da kumaş, bir sandığın dibinde solup gider. Samimiyetin sırrı, ipliğin gerilimindedir; ne fazla sıkı, ne fazla gevşek… Gerçek edebiyat, insanın içindeki çelişkileri işlemekle başlar.

Tılsımlı yazar, Tomris Uyar’ın “İpek ve Bakır”ını düşünün. Öyküdeki kadın, bir akşamüstü pencereden sarkan sardunyaları sularken, aslında kendi tutsaklığını besliyordu. Toprak saksıdaki çatlak, evliliğin sessiz çatlağıydı. Uyar, okura “mutluluk” vaat etmedi; sadece bir kadının elindeki sulama kabının titreyişini gösterdi. Çünkü edebiyat, hayatın kırık yerlerine tutulan aynadır. Bu ayna, bazen acıtır; ama asla yalan söylemez.

Hüzün dokuyucusu, Behçet Necatigil’in “Evler”i, bir apartmanın beşinci katındaki çocuğun camdan sarkıttığı ipe bağlı mektuplarla doludur. O mektuplar hiçbir zaman yere düşmedi, çünkü Necatigil’in kelimeleri, okurun zihninde sonsuza dek asılı kaldı. Bir şiir, ancak okur onu tamamladığında biter. Tıpkı Anadolu’da bir ninenin anlattığı masalın, her dinleyende başka bir renge bürünmesi gibi…

Günümüzde yazmak, çoğu zaman bir “veri tarlası”na dönüşüyor kah sulanan kah kuru bırakılan. Rakamların gölgesinde, kelimeler solar. Oysa gerçek edebiyat, Mardin’in daracık sokaklarında bir çocuğun fırlattığı taş gibidir: Yolu bilinmez, kime çarpacağı hesap edilmez. Masal doktoru, Latife Tekin’in “Berci Kristin Çöp Masalları”nda, çöp yığınları arasında altın bilezik arayan kadınlar, aslında modern dünyanın kayıp insanlarını anlatıyordu. Tekin, “okunmak” için değil, “duyulmak” için yazdı. Çünkü samimiyet, en kirli çöplükte bile filizlenen bir tohumdur.

Bir metin ne zaman kalıcı olur? Van Gölü’nün sularına bırakılan bir çakıl taşı gibi: Dibe çökerken bile halkalar yayar. Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel”inde, bir tren istasyonundaki bekçinin hüznü, tüm bir neslin hafızasını nakış gibi işler. Okur, o istasyonda kendi yolculuğunu beklerken, aslında zamanın nasıl da bir çöl olduğunu fark eder. Çünkü samimiyet, insanı yerinden eden değil, kök saldıran bir sestir.

Bir yazarın ilk cümlesi, Diyarbakır surlarına vuran ilk güneş ışığı gibidir: Taşın içine sızar, bin yıl sonra bile ısıtır. Benim ilk öyküm, üniversite yıllarında bir kış gecesi, elektriği kesik bir yurtta doğdu. Mum ışığında yazarken, duvardaki gölgeler kelimelere eşlik etti. Belki de o yüzden yayımlandı: Çünkü karanlık, samimiyetin en saf halidir.

Neden bazı kitaplar okunduktan sonra avuçlarımızda iz bırakır? Sait Faik’in “Semaver”ini düşünün. Balıkçı, kaynayan suyun buharında kendi yalnızlığını görür. O semaver, sadece su kaynatmaz; insanın içindeki boşluğu doldurur. İşte edebiyatın büyüsü burada: En sıradan nesneler, bir anda insanın en derin sırlarına dönüşür.

Yazın… Ama bir marangozun ahşaba şekil verdiği sabırla, popülerlik telaşıyla değil. Kütahya’daki bir çinicinin, deseni kusursuzlaştırmak için saatlerce fırça sallaması gibi. Çünkü okunabilir olmak, kelimelerin değil, emeğin izini taşır. Ve unutmayın: En derin hakikatler, sessizliğin ipek kumaşında saklıdır. O kumaşı dokumak, yazarın yüreğinin teriyle mümkündir.

Son sözü, bir çınar ağacının gövdesine kazınmış cümlelere bırakalım mı ?
“Yazmak, kendini toprağa gömmek ve yeniden filizlenmektir.”
Çünkü gerçek okunurluk, kökleri derinde olanın gölgesinde başlar.