Zamanın yavaşladığı, ikindi gölgelerinin avlu taşlarına serildiği o dem...

Havada asılı kalan serinlik, sadece taş duvarlara değil, insanın içine de işliyor. Güneş çekilmiş; geriye, hakikatin o sakin ve derin sessizliği kalmış.

İşte tam orada, avlunun o gölgesinde bir ihtiyar...

Elleri dizlerinin üzerinde, avuçları göğe dönük. Elinde ne bir taş var ne de bir ip. Elleri, fazlalıklardan arınmış, sade bir halde.

Lakin dikkatli bakan bir göz, sağ elindeki o sessiz ritmi fark edebilirdi. Başparmak, usulca diğer parmakların boğumlarına değiyor, orada bir nefeslik duruyor, sonra diğerine geçiyordu.

Tene değen tenin o sessiz uyumu...

Yanındaki genç, içindeki o bitimsiz aceleyle sokuldu. Gözleri, ihtiyarın boş avuçlarında somut bir "şey" arıyordu. Cevabı sorudan önce isteyen bir merakla sordu:

"Efendim," dedi, "Elinizde bir boncuk dizisi yok lakin parmaklarınız hiç durmuyor. Neyi sayıyorsunuz böyle, boşlukta?"

İhtiyar, bakışlarını avlunun taşlarından gence çevirdi. O bakışta, yorgunluk değil, dinlenmiş bir halin yansıması vardı.

"Evlat," dedi, sesi bir su sesi kadar yumuşaktı. "Eşya dediğin ipten kopar, taştan dağılır, kaybolur..."

Sonra, yılların izini taşıyan o avucunu gence doğru açtı:

"Ama bu parmaklar, son nefese kadar benimle. Ben araya mesafeler, nesneler koymuyorum. Teni, tene şahit tutuyorum."

Genç, duyduğu cümlenin sadeliğiyle duraksadı. İhtiyar devam etti:

"Eline bir nesne aldığında, alışkanlıkla sadece taşları birbirine çarparsın. Lakin parmak uçlarınla yürürken uyanık kalırsın. Zira orada dokunduğun şey cansız bir boncuk değil; kendi varlığındır."

Genç sustu. Başını önüne eğip kendi ellerine baktı.

Bu sahne zihnimde dönüp dururken, bakışlarım gayriihtiyari kendi ellerime kayıyor. Hep dolu, hep meşgul, hep bir şeyleri kavramaya çalışan ellerime...

Sonra, düşüncelerim bu sakin avludan taşıp, dünyanın o uzak ama aslında kalbimize çok yakın köşelerine gidiyor.

Bugün Halep’te, Filistin’de, göğün yere yakın olduğu o mahzun yerlerde; evini, canını ve umudunu korumaya çalışan insanların o sessiz direncini düşünüyorum.

Sanki onların bu sabrı da, kâinatın görünmez akışında çekilen birer "niyet" tanesi gibi.

Zorluk yağıyor, ama insan direniyor.

Belki ellerinde tutacakları sıcak bir eşya kalmadı, belki avuçları toz toprak içinde... Ama o zorlukların arasında hayata tutunma çabaları, bir babanın evladını sarıp sarmalaması, bir annenin sessiz bekleyişi; hiç durmadan, kopmadan devam eden koca bir sabır halkasını andırıyor bana.

Dünya dönüyor ve insanlar, o görünmez ipte, acıyla ama inatla umudu çekmeye devam ediyor.

İhtiyarın parmak uçlarındaki o temas anı, sadece bireysel bir huzur arayışı değil, belki de o insanların hissettiği o "bir olma" halinin ta kendisi.

İnsan bazen ellerini, zihni yoran o fazlalıklardan tamamen arındırmak istiyor.

Aracıları, nesneleri, o bitmek bilmez sesleri aradan çekip; hem kendi kalbine hem de dünyanın o sabreden kalbine şahitlik etmek... Perdesiz, araçsız ve yanlışsız..

Elbette, zihni bu kadar sadeleştirmek kolay değil. Dünya sesli, hafıza unutkan. Bu satırlar da sadece bir iç döküş, sessiz bir niyet tazeleme.

Avuçlarımızda dua, gönüllerin ferahlık bulması umuduyla...