Bazı saldırılar vardır; anlık değildir.

Bazı küfürler vardır; ağızdan değil, zihniyetten çıkar.

Leyla Zana’ya tribünlerden yönelen küfürler de tam olarak böyledir.

Bu, bir kişiye yönelmiş bir öfke patlaması değil; bir halkın hafızasına, mücadelesine ve barış ihtimaline yönelmiş bilinçli bir saldırıdır.

Çünkü bugün Türkiye’de barış ihtimali yeniden konuşulurken, Kürt meselesinde temkinli ama anlamlı adımlar atılmaya çalışılırken, birileri bu iklimi zehirlemek ister.

Leyla Zana’ya edilen küfür, bu yüzden bir tribün taşkınlığı değildir. Bu, Türkiye’de Kürt meselesinin en karanlık reflekslerinden birinin, yeniden ve bilinçli biçimde sahneye sürülmesidir.

Bu ülkede Kürtleri aşağılamanın dili çoğu zaman doğrudan siyasetle kurulmadı.

O dil, kadın bedeni üzerinden kuruldu.

Çünkü tarih bize şunu defalarca gösterdi: Bir halkı incitmek istiyorsanız, onun kadınlarını hedef alırsınız.

Bu, kolonyal zihnin evrensel refleksidir.

Cezayir’de böyleydi.

Filistin’de böyleydi.

Türkiye’de de hep böyle oldu.

Leyla Zana tam da bu nedenle hedef seçilmiştir.

Çünkü o yalnızca bir siyasetçi değildir; bir hafızadır, bir sürekliliktir, bir bedel zinciridir.

Ben Leyla Zana’yı ilk kez, onun bir gün bu ülkenin en ağır bedellerini ödeyen kadınlarından biri olacağını bilmeden tanıdım.

1980’lerin başında, Diyarbakır’da bir ilkokul sınıfında…

Hafızamda Leyla Zana hep bir okul hatırasıyla gelir.

Oğlu Ronay bizim sınıftaydı.

Bir okul piyesinde onu kral yapmıştık.

Ronay için kartondan bir kral tacı hazırlamıştık.

Oyunun ayrıntılarını bugün hatırlamıyorum; ama o tacı birlikte kesip boyadığımız an zihnimde hâlâ çok canlı.

Bazen ders ortasında teyzesi gelir, Ronay’ı alırdı.

Biz çocuk aklımızla bunun nedenini tam bilmezdik; ama bunun sıradan bir gidiş olmadığını hissederdik.

Sonradan öğrendik: Görüş günleriydi…

Babası Mehdi Zana cezaevindeydi.

Kız kardeşi Ruken daha alt sınıftaydı.

O da sessizdi.

Bir ailenin içine çökmüş, ama henüz adını koyamadığımız bir yük vardı omuzlarında.

İlkokuldan sonra Ronay’ı bir daha hiç görmedim.

Yıllar geçti.

1991’de bir gazete sayfasında,

Leyla Zana’yı bu kez çocuklarıyla birlikte, siyasetin içinde gördüm.

O gün şunu anladım: Bu ailede siyaset bir tercih değil, nöbetleşe taşınan bir yazgıydı.

Bu ülkenin Kürtlerle kurduğu ilişki tam da budur: Çocuklukta başlar, kaderle devam eder.

Siyaset bilimi literatürü bize şunu söyler: Barış süreçleri en çok sembollere yönelik saldırılarla baltalanır. Çünkü semboller kolektif hafızayı taşır.

Leyla Zana bir semboldür.

Ama soyut bir figür değil; anneliğiyle, mahpusluğuyla, suskun asaletiyle ete kemiğe bürünmüş bir sembol.

Sonrası malum:

Hapis, sürgün, yalnızlık, bedel, suskunluk…

Ve bütün bunlara rağmen onurdan vazgeçmeyen bir duruş.

Bugün açıkça söylemek gerekir:

Kürt coğrafyasının kuzeyinde de güneyinde de,

Leyla Zana kadar bedel ödemiş,

Leyla Zana kadar sembol olmuş,

Leyla Zana kadar kadınlığıyla ve anneliğiyle değer görmüş başka bir Kürt siyasetçi bulamazsınız.

Tam da bu yüzden ona yönelen saldırı tesadüf değildir.

Bu saldırı; barışı konuşmak istemeyenlerin, Kürt meselesini yeniden çözümsüzlüğe hapsetmek isteyenlerin, kadını aşağılayarak erkeklik kurmaya çalışan ilkel bir aklın ürünüdür.

Kürt toplumunda kadın yalnızca birey değildir.

Kadın hafızadır.

Kadın taşıyıcıdır.

Kadın onurun evidir.

Bu yüzden Kürtlere saldırmak isteyenler, her zaman önce kadını hedef alır.

Ama şunu unuturlar:

Leyla Zana’ya edilen küfürler onu küçültmez.

Ama bu dili kullananları, bu dile sessiz kalanları, bu dili “tribün taşkınlığı” diyerek hafifletenleri tarihin karşısında küçültür.

Barış sadece masada kurulmaz.

Barış, dilde başlar.

Ve bir halkın kadınını aşağılayan bir dil, ne barış üretir ne de geleceğe söz söyleyebilir.